YAZI VE ŞİİR KONUSU SEÇMEK
İnsan ruhunun resmi olan Sanat ve Edebiyat, soyuttan somuta geçiş yaparak giriyor insan hayatına İlahi bir lütuf olarak… İnsan ilk bakışta hayran kalıyor kendi ruh resmini seyretmeye. Onunla öyle bir ünsiyet kuruyor ki, bir süre sonra onsuz hayat olmazmış gibi geliyor, sahibine. Kaynağının nereden geldiği belli olmayan bir pınara benziyor o. Harika bir dünyanın içine çekiyor insanı. Onunla hemhâl oldukça, ne yalnızlık duygunuz kalıyor ne derdiniz ne de bir sorununuz.
Hayat meşgalesi küçülüyor, gaile tüy hafifliğinde omzunuzda zevke dönüşüveriyor…
İşin başındayken ruhunuza kasvet veren olaylar, kişiler, şehirler ve bunun gibi ne varsa, bu güzel uğraşlar sonunda öyle küçülüyor ki; uçaktan yeryüzünü seyreder gibi seyrediyor insan kendi sorunlarını.
Yazarken, çizerken, düşünürken zamanla kuralları öğreniyorsunuz. Neyi nereye, nasıl koyacağınızın tekniğini alıyorsunuz. Teknik ressam gibi teknik şair, teknik yazar olabiliyorsunuz. Zaman içinde çalışmalarınızdan kendi ruhunuzun resmi flûlaşıyor. Yerine başka resimler girebiliyor… Kendinizden öyle bir uzaklaşıyorsunuz ki, tüm sorunları evrensel veya toplumsal boyutta düşünerek başkalarının sorunlarının içinde bulabiliyorsunuz kendinizi. Ve sizinle bağlantısı olmayanların bile sorunlarını, düşünce ve hislerini çalışmalarınıza dökmeye başlıyorsunuz.
Okuduğunuz bir yazı kahramanının, bir arkadaşınızın, akrabanızın yerine kendinizi koyarak; derdi derdiniz oluveriyor ve siz onu resmetmiş olabiliyorsunuz kâğıda… Veya çok önce yaşamış ve geçirmiş olduğunuz bir olayı hayal edebiliyorsunuz. Eskimiş ve güncelliğini çoktan kaybetmiş olsa da bir başkasının yaşamından yola çıkarak onu yeniden hatırlayabiliyorsunuz. Ve resmetmek istiyorsunuz. Hayal ve ruh âleminizin şekli, yorumu değişerek kişisellikten toplumsallığa doğru yürüyorsunuz.
Hislerini resmetmek için yazar,
Yazarken de düşünür insan…
Düşündükçe büyür muhayyele ve ufuk.
Bakar asumandan yeryüzüne o zaman…
Başkalarını yansıtırken, sosyal tepkilerinizi ve kendi bakış açınız doğrultusunda anlatabilirsiniz bunları. Başka türlü olması mümkün değil zaten…
Başkasının penceresinden bakmaya çalışmak, onu anlayıp anlatabilmek için ne kadar uğraşsanız da işin içine kendi görüşleriniz mutlaka girecektir. Bazen net, bazen flû olarak… Nasıl olursa olsun çalışan açısından hoş bir huzur veriyor sonuçta.
Siz kendinizi rahatlatmak, sosyal sorunlara parmak basmak açısından bakarak içinizden geldiği gibi farklı sorunları yazarsınız ama okuyucu tarafından farklı algılanabilme riski vardır bunun her zaman…özellikle şiirde..
Geçenlerde, “Parası olandan para çekmek, yoksa emeğini yemek gerek” zihniyetiyle gerçekleşen bir olay dikkatimi çekmişti. Maalesef çok yaşadığımız bir olay olması hasebiyle etkilenmiştim ve kendim yaşamışım gibi bir şiir döktürmüştüm. İlk kıtası:
Çıkarsız sevgilere yüreklerde yer mi yok?
Ya cepten ya bedenden bekleniyor menfaat
Almadan vermede ki lezzeti gönlüne sok!
İnsansan insanlıktan, yoktur büyük mükâfat… demiştim.
Bu şiirdeki “beden” kelimesi cinsel taciz ve tecavüzü çağrıştırmış bazılarına… Oysa ben emeğin sömürülmesi manasında yazmıştım…
Paylaştığım şiir sitelerinde tanıştığımız iki arkadaşımın mail ve telefonla durumumu merak ettiklerini öğrenince şaşırmıştım. Hele bir kardeş kadar yakın olan bir dostum: ”canım, kim seni böyle örseledi? ! ” diye merak ederek sorunca; bu tür çalışmaların riskli boyutunu anlamıştım, Türkçe’mizin esnekliğine hayran kalarak…
Başkasının yarasını kendi içinde hissedemeyen kendi yarası gibi anlatamaz bence. Başkasının yarasını anlatırken, şiir dilinin estetiği açısından olayın kahramanı olmak zorundayız.
Şiir konusunun aşk, sevgi olması ayrı bir sorun olabiliyor. Soru işaretleri başlıyor. Aşk şiirleri başka türlü riskli bizim toplumumuzda…
Emekli bir albayla tanışmıştım geçenlerde. Şiirlerinin konusunu sorduğumda, 'ne yazacağız kardeşim? Aşk, sevgi şiiri yazınca koskoca adam hem de evli barklı diyorlar. Ben de ne yapayım içimde kaynıyor yazı yazma isteği; ona buna ver yansın ediyorum, taşlama yazıyorum genellikle' demişti.
“Hem aşktır her işin temeli” diyoruz, hem “sevgi toplumuyuz” diyoruz. Mevlanalar,Yunuslar yetiştirdiğimiz için övünüyoruz.Dünya sevgi üzerine kurulmuştur diyoruz hem de korkuyoruz bu varlıktan, nedense?..
Her sevgi sözünün ardında gayri meşruluk veya belden aşağılık düşünmeye alışmış bir toplum muyuz? Diye düşünmekten bile hicap duyuyorum… Halbuki,sevgi ve aşk şiirlerinin yazılma oranı arttıkça toplumumuzdaki kaoslar azalacaktır. Taşlamaların, haşlamaların artması bizi kine, ihtirasa, intikama sürükler. Bunu bilenlerin sayısının artmasını diliyorum...
Bu yüzden imgelerle örülmüş ne dediği anlaşılamayan şiirler yazılıyor.
Sadece imgelere bürünen şiirler yoruyor beni açıkçası. Bir şiir, ne demek istediğini açıklamalı. İmgeleri kendine sığınak olarak değil, şiire derinlik kazandırmak amacını taşımalı diye düşünüyorum…
Şiirlerin konusu bizi çeşitli siyasi görüşlere yamama riski taşıyor ayrıca.
Kadın sorunlarını ele alan şiirimi okuyan bir gruptan devrimci yürüyüşlerine ve derneklerine davet ediliyorum “devrimci, emekçi kardeşim! ”diye hitap ediliyorum.
Din ve inanç içerikli yazı yazmayı yaşadığımız süreç gereği yazmayı zaten düşünmüyorum… Bir satır ilahi, mistik duygu içerse şiirim; yağmur gibi yorum yağıyor. Ve tarikatçıların sitelerinde yayınlanıyorum. Guruplarına davet ediliyorum.
Evrensel düşünüp, kucaklayıcı olmalı görevimiz. Kula kul hakkını hatırlatmak amacı taşıyarak, demokratik bir çerçeveden sadece insan kimliğimle bakmaya çalışıyorum, onu beceriyorum ve onu resmediyorum elimden, dilimden geldiğince… Hiçbir grup veya siyasi görüş mensubu olmadan, salt bir insan olarak yaşayamaz mıyız? İnsan ve sosyal sorunların konusuna göre bir görüşe mensup olmadan düşünüp yazamaz mıyız?
Kadın sorunları birilerinin tekelinde, milli duygularımız başkasının, dini inancımız bir başkasının v.s. Hepsini birlikte yaşayıp hissetmek, ele almak bir vatan evladı için mümkünsüz mü?
Edebiyatın edep kökünden geldiğini bilerek, ayrımcılığın en büyük edepsizlik olduğuna inanarak hareket etmeliyiz. Ben değil biz olmayı bilmek; bir bayrak altında birlikte çözüm aramak olmalı hedefimiz... Kucaklayıcı ve toparlayıcı olmak birinci vazifemiz olduğunu düşünerek, kısacık ömrümüzü insanca değerlendirmek gerektiğine inanıyorum.
Asuman Soydan Atasayar.
SEYİR DEFTERİM
HOŞGÖRÜ; NEFRETİN ZEHİRİ, SEVGİNİN BESİNİDİR…..Asuman Soydan
10 Temmuz 2011 Pazar
KADIN GÜNÜ İSTEMİYORUM
KADIN GÜNÜ İSTEMİYORUM
Ta başından beri “Dünya Kadınlar Günü” sözünden hoşlanmadım. Bu sözün altından inanılmaz bir çifte standart, takiyye, riyakarlık, dalkavukluk kokusu almışımdır hep. Sebebi; ön sezgim midir, birikmiş gözlemlerimden midir nedir bilmiyorum. Ama benim duygularıma hitap etmiyor bu gün.
Hele adının “dünya kadınları” olması garip bir sıkıntı veriyor içime. Kendi toplumumuzdaki çarpıklıkların çapının dünya boyutunda olması hasebiyle. Salt kendi ülkem insanının bir sorunu olsa, bir şekilde halledilir. İşin içinde dünya olunca, duruyorum orada. Durum daha da vahim… Dünya kurulduğundan bu yana tüm dünya kadınlarına çile çektiren güç tarafından, senede bir gün gibi komik bir emzik atılıyor kadınların önüne…SUS PAYI GİBİ BİR ŞEYE BENZETİYORUM BEN BUNU..
Bir sorun kaynağından halledilmedikçe çözülür mü hiç? Bataklığı kurutmadan istediğiniz kadar sinek ilacı kullanın siz…Bataklık dünya boyutunda üstelik!
Bir kadın olarak, minicik komik bir örnek vereceğim kendi hayatımdan. Buz dağının öbür yanı içler acısı zaten…
Nüfus cüzdanımda babamın soy adı yok. Eşiminkini taşıyorum otuz yıldır, tüm hanımlar gibi... Lakin sanat ve edebiyat çalışmalarımla birlikte çalışmalarımın altına babacığımdan yâdiğâr kalan soyadımı da kullanmaya başladım diye çevremde bir takım kişiler tarafından nasıl eleştirilip, kınandım biliyor musunuz? (Eşimi uzun bir maratondan sonra ikna etmişken) Yakın çevremin kendi eşlerine kötü örnek (!) olacağım için paçaları tutuştu adeta. Vay efendim neymiş? Bu kocaya bir hakaretmiş… Sevsinler sizin hakaret anlayışınızı !!!
Kocam veya kocalar, kadın haklarını sinek gibi çiğnerken, kimsenin sesi çıkmazken, dökülen gözyaşları kimsenin umurunda olmazken; beni doğurup ,büyüten, emek veren, kanını veren insanın soyadını silip atınca hakaret olmuyor da, ikisini yan yana yazınca hakaret oluyor… “Hem babanın, hem kocanın soy adını yaşatıyorsun” diye alkışlayan olmadı şimdiye kadar. Üstelik soy adı sahiplerinin ikisi de erkek…iki erkeğin soy adı bile yan yana gelemiyor…tam bir otograsi!
Her erkek kral, her erkek kralcı olunca; hepsi de kraldan çok kralcı olunca sürüp geliyor krallık zihniyeti… kralı kral yapan, kralcılar değil mi? (İSTİSNALARI TENZİH EDİYORUM.)
Suyu yokuşa sürüp, su gücünü tüketen
Hakkı kimden alıyor hükümdar gölge varlık?
Düşüncesi dar olan zihniyete isyanım
Dualarım olmasa boğar beni bu darlık!
Kaygan yerde ayağın, düzgün koşması muhal
Can alıcı noktaya, parmak basması muhal
Azgın yaşam dişinde can havliyle dönerken
Işığını sevgiyle parlak asması muhal…
Çelmeler olmasaydı, tozlanmazdı hür meydan
Nasıl koşsun dörtnala, tökezliyor küheylan?
Anlayışı kıt olan kıtlığını bilseydi
Güller açan bahçemiz, lâbirente dönmezdi
Bu kadar köhne bir zihniyet, okumamış kırsal kesim insanından gelse içim yanmayacak. Bu konuya böyle dar bakanlar, devletin üst kademesinde görev yapmış, İstanbul’da ömrü geçmiş, münevver görünümlü kişilerinden gelmesidir içimi yakan…
Niçin bu insanların bakışı gelişmiyor? Bunu sorgulamak gerek!
Allahın yarattığı yarımlar olarak birbirimizin diğer yarısıyız ve birbirimizden üstünlüğümüz söz konusu bile olamaz, olmamalı… Babamın soyadını kullanmakla saygısız oluyorsam ben hiç yaşamayayım daha iyi!
“Birisi de çıkıp hayırlı evlat, babasını unutmuyor” demiyor da, kocaya saygısızlık yapmış diyor.Yazıklar olsun!
Kocamınkini silip atmadığım halde, yan yana yazılmasına da tahammül göstermeyenlere, bu zihniyete pirim verenlere, haklarımı yiyenlere, kendini üstün görenlere, kim olursa olsun hakkımı helâl etmiyorum… Kadınlar günü de kabul etmiyorum.
KADIN GÜNÜ veya ERKEK GÜNÜ değil, ömürlük İNSAN GÜNÜ İSTİYORUM BEN...
KİMSENİN KİMSEYE TAHAKKÜM ETMEDİĞİ, ÖZGÜR İRADE İLE YAŞAM SÜRECEĞİ GÜNLERİN ÖZLEMİNDEYİM...
HER CİNSİYET BİRBİRİNİN DİĞER YARISI OLDUĞUNU UNUTMADAN YAŞAMALI
KANGREN OLMUŞ BİR YARA(gülce- buluşma)
Ah kadın!
Güçlüye güçsüz gerek bilseydin
Suçlu sensin, kadın olarak gelmeseydin!
Kadınsan, çok olur seni yakacak,
Cılız sesini çıkar bakalım her sekiz martta
Duymuşluk edenlerin bak nasıl artacak!
Kangren olmuş bir yara var içinde
İlacı yok, merhemi yok sızlıyor
.…..Nasıl olsa bacan yok ki tütecek
…...Yansan, yakılsan seni kim görecek?
Aşk, sevgi, insanlık bunlar da neymiş!
Hepsi yalan, boş;, sana ne?
Karnını doyuruyorsun ya!
Bu nankörlük de ne?
Zorla yenilen aştan, ya karın ağrır ya baş
Anlaması mümkün mü? Kabullenmez büyük baş!
Kendi çıkarı varsa, gülmesen de sen ona
Yüreğini boş ver sen, emeğin lazım ona!
…….Nasılsa sen bir kadınsın, anasın!
……..Yavrun için sen her şeyi yutarsın!
Duvarlar anlasa da güçlüye söz mü geçer?
Okuyor bildiğini, sevginin yok gereği
İşini, çıkarını halletsin o yeter ki!
Nefret edenin hali, salla gitsin misali!
……..Ne önemin var senin, kendini kral sansın!
……..Kadını bir lokma aş, sanan yüzsüz utansın!
Ey kadın! Durup hiç düşündün mü?
Günah keçisi arama boş yere!
Sen bu işte suçlusun!
Kuralları oynayıp, feda edilen ömrün,
Tüm duygusunu sömürdün!
Sebat… sebat… ve nihayet,
Sabır taştı kabından
Heyhat! Elde kalan kâr, tiksintili bir hayat!
Kim kazandı bilinmez? Otur da bir hesap et!
ASUMAN SOYDAN ATASAYAR
Ta başından beri “Dünya Kadınlar Günü” sözünden hoşlanmadım. Bu sözün altından inanılmaz bir çifte standart, takiyye, riyakarlık, dalkavukluk kokusu almışımdır hep. Sebebi; ön sezgim midir, birikmiş gözlemlerimden midir nedir bilmiyorum. Ama benim duygularıma hitap etmiyor bu gün.
Hele adının “dünya kadınları” olması garip bir sıkıntı veriyor içime. Kendi toplumumuzdaki çarpıklıkların çapının dünya boyutunda olması hasebiyle. Salt kendi ülkem insanının bir sorunu olsa, bir şekilde halledilir. İşin içinde dünya olunca, duruyorum orada. Durum daha da vahim… Dünya kurulduğundan bu yana tüm dünya kadınlarına çile çektiren güç tarafından, senede bir gün gibi komik bir emzik atılıyor kadınların önüne…SUS PAYI GİBİ BİR ŞEYE BENZETİYORUM BEN BUNU..
Bir sorun kaynağından halledilmedikçe çözülür mü hiç? Bataklığı kurutmadan istediğiniz kadar sinek ilacı kullanın siz…Bataklık dünya boyutunda üstelik!
Bir kadın olarak, minicik komik bir örnek vereceğim kendi hayatımdan. Buz dağının öbür yanı içler acısı zaten…
Nüfus cüzdanımda babamın soy adı yok. Eşiminkini taşıyorum otuz yıldır, tüm hanımlar gibi... Lakin sanat ve edebiyat çalışmalarımla birlikte çalışmalarımın altına babacığımdan yâdiğâr kalan soyadımı da kullanmaya başladım diye çevremde bir takım kişiler tarafından nasıl eleştirilip, kınandım biliyor musunuz? (Eşimi uzun bir maratondan sonra ikna etmişken) Yakın çevremin kendi eşlerine kötü örnek (!) olacağım için paçaları tutuştu adeta. Vay efendim neymiş? Bu kocaya bir hakaretmiş… Sevsinler sizin hakaret anlayışınızı !!!
Kocam veya kocalar, kadın haklarını sinek gibi çiğnerken, kimsenin sesi çıkmazken, dökülen gözyaşları kimsenin umurunda olmazken; beni doğurup ,büyüten, emek veren, kanını veren insanın soyadını silip atınca hakaret olmuyor da, ikisini yan yana yazınca hakaret oluyor… “Hem babanın, hem kocanın soy adını yaşatıyorsun” diye alkışlayan olmadı şimdiye kadar. Üstelik soy adı sahiplerinin ikisi de erkek…iki erkeğin soy adı bile yan yana gelemiyor…tam bir otograsi!
Her erkek kral, her erkek kralcı olunca; hepsi de kraldan çok kralcı olunca sürüp geliyor krallık zihniyeti… kralı kral yapan, kralcılar değil mi? (İSTİSNALARI TENZİH EDİYORUM.)
Suyu yokuşa sürüp, su gücünü tüketen
Hakkı kimden alıyor hükümdar gölge varlık?
Düşüncesi dar olan zihniyete isyanım
Dualarım olmasa boğar beni bu darlık!
Kaygan yerde ayağın, düzgün koşması muhal
Can alıcı noktaya, parmak basması muhal
Azgın yaşam dişinde can havliyle dönerken
Işığını sevgiyle parlak asması muhal…
Çelmeler olmasaydı, tozlanmazdı hür meydan
Nasıl koşsun dörtnala, tökezliyor küheylan?
Anlayışı kıt olan kıtlığını bilseydi
Güller açan bahçemiz, lâbirente dönmezdi
Bu kadar köhne bir zihniyet, okumamış kırsal kesim insanından gelse içim yanmayacak. Bu konuya böyle dar bakanlar, devletin üst kademesinde görev yapmış, İstanbul’da ömrü geçmiş, münevver görünümlü kişilerinden gelmesidir içimi yakan…
Niçin bu insanların bakışı gelişmiyor? Bunu sorgulamak gerek!
Allahın yarattığı yarımlar olarak birbirimizin diğer yarısıyız ve birbirimizden üstünlüğümüz söz konusu bile olamaz, olmamalı… Babamın soyadını kullanmakla saygısız oluyorsam ben hiç yaşamayayım daha iyi!
“Birisi de çıkıp hayırlı evlat, babasını unutmuyor” demiyor da, kocaya saygısızlık yapmış diyor.Yazıklar olsun!
Kocamınkini silip atmadığım halde, yan yana yazılmasına da tahammül göstermeyenlere, bu zihniyete pirim verenlere, haklarımı yiyenlere, kendini üstün görenlere, kim olursa olsun hakkımı helâl etmiyorum… Kadınlar günü de kabul etmiyorum.
KADIN GÜNÜ veya ERKEK GÜNÜ değil, ömürlük İNSAN GÜNÜ İSTİYORUM BEN...
KİMSENİN KİMSEYE TAHAKKÜM ETMEDİĞİ, ÖZGÜR İRADE İLE YAŞAM SÜRECEĞİ GÜNLERİN ÖZLEMİNDEYİM...
HER CİNSİYET BİRBİRİNİN DİĞER YARISI OLDUĞUNU UNUTMADAN YAŞAMALI
KANGREN OLMUŞ BİR YARA(gülce- buluşma)
Ah kadın!
Güçlüye güçsüz gerek bilseydin
Suçlu sensin, kadın olarak gelmeseydin!
Kadınsan, çok olur seni yakacak,
Cılız sesini çıkar bakalım her sekiz martta
Duymuşluk edenlerin bak nasıl artacak!
Kangren olmuş bir yara var içinde
İlacı yok, merhemi yok sızlıyor
.…..Nasıl olsa bacan yok ki tütecek
…...Yansan, yakılsan seni kim görecek?
Aşk, sevgi, insanlık bunlar da neymiş!
Hepsi yalan, boş;, sana ne?
Karnını doyuruyorsun ya!
Bu nankörlük de ne?
Zorla yenilen aştan, ya karın ağrır ya baş
Anlaması mümkün mü? Kabullenmez büyük baş!
Kendi çıkarı varsa, gülmesen de sen ona
Yüreğini boş ver sen, emeğin lazım ona!
…….Nasılsa sen bir kadınsın, anasın!
……..Yavrun için sen her şeyi yutarsın!
Duvarlar anlasa da güçlüye söz mü geçer?
Okuyor bildiğini, sevginin yok gereği
İşini, çıkarını halletsin o yeter ki!
Nefret edenin hali, salla gitsin misali!
……..Ne önemin var senin, kendini kral sansın!
……..Kadını bir lokma aş, sanan yüzsüz utansın!
Ey kadın! Durup hiç düşündün mü?
Günah keçisi arama boş yere!
Sen bu işte suçlusun!
Kuralları oynayıp, feda edilen ömrün,
Tüm duygusunu sömürdün!
Sebat… sebat… ve nihayet,
Sabır taştı kabından
Heyhat! Elde kalan kâr, tiksintili bir hayat!
Kim kazandı bilinmez? Otur da bir hesap et!
ASUMAN SOYDAN ATASAYAR
ZİRVEDE GÜL YAĞMURU ÇIKTI
ZİRVEDE GÜL YAĞMURU ÇIKTI
Yeni çağın yeni edebiyat akımı GÜLCE’ nin 2010 yılı projelerinden biri olan, tarafımdan kaleme alınan “kahraman ve öncü kadınlarımızı” anlatan “ZİRVEDE GÜL YAĞMURU” isimli kitap, Türkiye'de bir ilke imza atması yönüyle önemli bir çalışma olduğunu düşünüyorum. Günümüz de her Türk kadınının ve kızının mutlaka okuması, öğrenmesi, örnek alması gereken müstesna şahsiyetler; Türkiye’de sanıyorum ilk defa bir kitap çatısı altında birleştirilerek konu edilmiştir. Bu kitapta kurtuluş savaşımızda erkeğiyle omuz omuza mücadele eden öncü analarımız ile mesleklerinde ilk olan 22 hanımın hayatını bir kitap çatısı altında toplamış bulunuyorum. Yani ilklerin ilki olan bir kitap bu.
"Kahraman ve Öncü Kadınlarımız- Zirvede Gül Yağmuru" Gölkitap Yayınlarından MART AYI 2011'de çıktı.
Gülce tarzı ile şiirleştirdiğim bu hayatların yazılma aşamasında neler yaşamadım ki... Lise yıllarımda yaşantısına imrendiğim bir kadın vardı, Halide Edip. Onun hayatı ilgimi çekerdi. Bir elinde kalemini konuşturarak milli birliği oluştururken, kadınlarımızı da bilinçlendirme mücadelesi veriyor; diğer yandan cephelerde erkeğiyle omuz omuza kurtuluş mücadelesi veriyordu. Gençliğimde kitaplarımızda bize anlatılan şekliyle ilgimi çeken Halide Edip’in hayatıyla birlikte 22 tane daha Halide’nin hayatını yaşamak nasip oldu bana bu kitap çalışması ile... Kitabın kapak komposizyonunda yer alan, at üzerindeki kadın resmi de kendi yağlı boya çalışmam olduğu için ayrıca çok mutluyum.
Bu konuları araştırmaya daldığımda beni şaşırtan şey; meğer bilinmeyen ne değerlerimiz varmış, tozlu raflarda yatan… Araştırdıkça gül kokusu yayıldı yüreğime. Okurken hayran kaldım, hayıflandım, cesaret aldım ve bazen onlardan utandım kendi adıma.…
Çalıştığım her kahraman ve öncü kadının hayatını okurken ve yazarken onlarla bütünleşiyordum adeta…
Kendimi o yüce yüreklilerin yerine koyup, zaman zaman duygu fırtınalarına kapıldım, ağladım. Kitabın yazılma aşamasında neler yaşadım neler!
Zirvelerde öyle bir Gül Yağmurunda ıslandım ki;
Bir gün dondum kağnı ile giderken cephane üzerinde…
Bir gün balta çekerek yürüdüm Ermeni üzerine…
Su verdim kollarımda can veren Mehmedime…
Bir gün anne oldum Ata’ya…
Başka bir gün aşık oldum Fatih Sultan Mehmet Han’a…
Hükümdar oldum tüm Türk Dünyası’na…
Bir gün öksüz çocuk oldum babamla at sırtında cephedeydim…
Bir gün elimde fırçamla yenik düştüm verem illetine …
Bazı günlerde doktor oldum, mühendis, hemşire, muhtar, diplomat,belediye başkanı…
Ve daha kimler oldum ve neler yaşadım!
Ömrüme nice kutlu ömürler doldurdum bu kısacık süre içinde.
Hayatımda attığım en önemli ve en doğru adımı bu yolda attığımı düşünüyorum...Her Türk gencinin, kızının, kadının tanıması gereken öncülerimizin ruhlarına rahmet diliyorum…
KAHRAMAN VE ÖNCÜ KADINLARIMIZ
Her milletin öncüsü gönderlerde yaşarken
ÖNCÜ ANALARIMIZ, tozlu raflar ardında…
Mülkü onlar korudu, sıcak kürkü biz giydik
Bu bizim ayıbımız, çağdaş yaşam yolunda…
.....Adı sanı bilinmez nice öncü analar
.........Unutulmuş, tarihin mahzeni minderinde
..............Hükümdar Tomris Hatun, at sırtındadır hâlâ
....................Sâkıt olmuyor cevher, gömülerde yatmakla
İfşâsı teşvik eder, başarıya gençliği
Emekler hakkıyla sahibini bulursa,
Nene Hatun’lar güler, Aziziye Tabya’dan,
Şerife Bacı’yı güneş ısıtır ruhundan…
Milli tarihimizde İLK’e kadem basanı
Tanıması gerekir bu ülkede herkesin
Bayrak elde ateşe koşup atlayan onlar!
Meşale yakmak için ön kıvılcım olanlar
Mânâsı geç bilinen insan dehası onlar
Müfide İlhan onlar, Remziye Hisar onlar…
Tıkanmış kanalların çile işçisi,
İlim-irfan çınarı Refet Angın’dır onlar
Asra deha doğuran Zübeyde Ana’dır,
Sabiha Gökçen olup, gökleri delendir,
Değeri geç verilen, sanat eseri onlar!
...Tanı sen de oku onları ey vatan evladı!
.....Yâd edilmek onların en büyük hakkı
.......Okuyun lütfen!
........ Kimler gelmiş, kimler geçmiş ülkemin tarihinden?
...........Kemiklerinden evvel, anıları çürümüş bile
.............Oysa lâyıktı onlar, baş tacı edilmeye.
Kimi vatan savunmasında fedai
Kimi düşman çizmesi altında mayın
Riyaya bulaşıp, asla olmadılar hain.
Öncü depremdir onlar, kırılma noktasında
Nezahat Onbaşı onlar, henüz oyun çağında…
Kimisi mermi taşıdı kağnısıyla…
Kimisi yara sardı sırtında bebek,
Karnında sancısıyla…
Kara Fatma’lar, Ayşe Kadınlar,
Yavrusu için aslan önüne kendisi atlayanlar !
Bilge, cevval, cesur,
Safiye Ali’dir onlar, şifa dağıtan şelâle
Fırtına gecesinde bile sönmeyen meşâle!
Safiye Hüseyin’dir, Çanakkale’de yara saran
Halide’dir, Ediptir ön saflarda yer alan…
***
….Ey kahraman öncü anam!
…….Tozlu rafta yatan cefakâr aziz sılam!
…………İlk aşkım, sırma nakışlım!
……………………..Aç koynunu ben geldim!
…………………………….Bir bilinmez ilden,
…………………………………Uyku seyrinden geldim
Aziz hatırandan af dilemeye,
Affetmesen de, ellerinden öpmeye geldim!
Asuman Soydan Atasayar
Yeni çağın yeni edebiyat akımı GÜLCE’ nin 2010 yılı projelerinden biri olan, tarafımdan kaleme alınan “kahraman ve öncü kadınlarımızı” anlatan “ZİRVEDE GÜL YAĞMURU” isimli kitap, Türkiye'de bir ilke imza atması yönüyle önemli bir çalışma olduğunu düşünüyorum. Günümüz de her Türk kadınının ve kızının mutlaka okuması, öğrenmesi, örnek alması gereken müstesna şahsiyetler; Türkiye’de sanıyorum ilk defa bir kitap çatısı altında birleştirilerek konu edilmiştir. Bu kitapta kurtuluş savaşımızda erkeğiyle omuz omuza mücadele eden öncü analarımız ile mesleklerinde ilk olan 22 hanımın hayatını bir kitap çatısı altında toplamış bulunuyorum. Yani ilklerin ilki olan bir kitap bu.
"Kahraman ve Öncü Kadınlarımız- Zirvede Gül Yağmuru" Gölkitap Yayınlarından MART AYI 2011'de çıktı.
Gülce tarzı ile şiirleştirdiğim bu hayatların yazılma aşamasında neler yaşamadım ki... Lise yıllarımda yaşantısına imrendiğim bir kadın vardı, Halide Edip. Onun hayatı ilgimi çekerdi. Bir elinde kalemini konuşturarak milli birliği oluştururken, kadınlarımızı da bilinçlendirme mücadelesi veriyor; diğer yandan cephelerde erkeğiyle omuz omuza kurtuluş mücadelesi veriyordu. Gençliğimde kitaplarımızda bize anlatılan şekliyle ilgimi çeken Halide Edip’in hayatıyla birlikte 22 tane daha Halide’nin hayatını yaşamak nasip oldu bana bu kitap çalışması ile... Kitabın kapak komposizyonunda yer alan, at üzerindeki kadın resmi de kendi yağlı boya çalışmam olduğu için ayrıca çok mutluyum.
Bu konuları araştırmaya daldığımda beni şaşırtan şey; meğer bilinmeyen ne değerlerimiz varmış, tozlu raflarda yatan… Araştırdıkça gül kokusu yayıldı yüreğime. Okurken hayran kaldım, hayıflandım, cesaret aldım ve bazen onlardan utandım kendi adıma.…
Çalıştığım her kahraman ve öncü kadının hayatını okurken ve yazarken onlarla bütünleşiyordum adeta…
Kendimi o yüce yüreklilerin yerine koyup, zaman zaman duygu fırtınalarına kapıldım, ağladım. Kitabın yazılma aşamasında neler yaşadım neler!
Zirvelerde öyle bir Gül Yağmurunda ıslandım ki;
Bir gün dondum kağnı ile giderken cephane üzerinde…
Bir gün balta çekerek yürüdüm Ermeni üzerine…
Su verdim kollarımda can veren Mehmedime…
Bir gün anne oldum Ata’ya…
Başka bir gün aşık oldum Fatih Sultan Mehmet Han’a…
Hükümdar oldum tüm Türk Dünyası’na…
Bir gün öksüz çocuk oldum babamla at sırtında cephedeydim…
Bir gün elimde fırçamla yenik düştüm verem illetine …
Bazı günlerde doktor oldum, mühendis, hemşire, muhtar, diplomat,belediye başkanı…
Ve daha kimler oldum ve neler yaşadım!
Ömrüme nice kutlu ömürler doldurdum bu kısacık süre içinde.
Hayatımda attığım en önemli ve en doğru adımı bu yolda attığımı düşünüyorum...Her Türk gencinin, kızının, kadının tanıması gereken öncülerimizin ruhlarına rahmet diliyorum…
KAHRAMAN VE ÖNCÜ KADINLARIMIZ
Her milletin öncüsü gönderlerde yaşarken
ÖNCÜ ANALARIMIZ, tozlu raflar ardında…
Mülkü onlar korudu, sıcak kürkü biz giydik
Bu bizim ayıbımız, çağdaş yaşam yolunda…
.....Adı sanı bilinmez nice öncü analar
.........Unutulmuş, tarihin mahzeni minderinde
..............Hükümdar Tomris Hatun, at sırtındadır hâlâ
....................Sâkıt olmuyor cevher, gömülerde yatmakla
İfşâsı teşvik eder, başarıya gençliği
Emekler hakkıyla sahibini bulursa,
Nene Hatun’lar güler, Aziziye Tabya’dan,
Şerife Bacı’yı güneş ısıtır ruhundan…
Milli tarihimizde İLK’e kadem basanı
Tanıması gerekir bu ülkede herkesin
Bayrak elde ateşe koşup atlayan onlar!
Meşale yakmak için ön kıvılcım olanlar
Mânâsı geç bilinen insan dehası onlar
Müfide İlhan onlar, Remziye Hisar onlar…
Tıkanmış kanalların çile işçisi,
İlim-irfan çınarı Refet Angın’dır onlar
Asra deha doğuran Zübeyde Ana’dır,
Sabiha Gökçen olup, gökleri delendir,
Değeri geç verilen, sanat eseri onlar!
...Tanı sen de oku onları ey vatan evladı!
.....Yâd edilmek onların en büyük hakkı
.......Okuyun lütfen!
........ Kimler gelmiş, kimler geçmiş ülkemin tarihinden?
...........Kemiklerinden evvel, anıları çürümüş bile
.............Oysa lâyıktı onlar, baş tacı edilmeye.
Kimi vatan savunmasında fedai
Kimi düşman çizmesi altında mayın
Riyaya bulaşıp, asla olmadılar hain.
Öncü depremdir onlar, kırılma noktasında
Nezahat Onbaşı onlar, henüz oyun çağında…
Kimisi mermi taşıdı kağnısıyla…
Kimisi yara sardı sırtında bebek,
Karnında sancısıyla…
Kara Fatma’lar, Ayşe Kadınlar,
Yavrusu için aslan önüne kendisi atlayanlar !
Bilge, cevval, cesur,
Safiye Ali’dir onlar, şifa dağıtan şelâle
Fırtına gecesinde bile sönmeyen meşâle!
Safiye Hüseyin’dir, Çanakkale’de yara saran
Halide’dir, Ediptir ön saflarda yer alan…
***
….Ey kahraman öncü anam!
…….Tozlu rafta yatan cefakâr aziz sılam!
…………İlk aşkım, sırma nakışlım!
……………………..Aç koynunu ben geldim!
…………………………….Bir bilinmez ilden,
…………………………………Uyku seyrinden geldim
Aziz hatırandan af dilemeye,
Affetmesen de, ellerinden öpmeye geldim!
Asuman Soydan Atasayar
ANTALYA-GÜLCE BULUŞMASINDA GÜRTAŞ OTELDE YAPTIĞIM KONUŞMA METNİ
ANTALYA- GÜLCE BULUŞMASINDA GÜRTAŞ OTELDE YAPTIĞIM KONUŞMA METNİ
Hoş geldiniz değerli konuklar,
İstanbul’dan katılan bir arkadaşınız olarak Antalya’nın sıcacık güzide insanlarını, bu güzel organizasyonda emeği geçen saygıdeğer dostlarımızı, siz değerli konukları sevgiyle selamlıyorum.
Elvan çeşit rengiyle güller açtı bahçemde
Her birinin adı dost, yaren, kardeş diyen, gel diyen, sev diyen…
Gülce gelen, gülce gülen, gülce güller veren…
Sıklette kalan kalemime nefes veren, heves veren, şevk veren…
Yeni asrımıza yepyeni ahenk veren…
Hoş geldin gülce yüreğiyle, edebiyatımıza hoşluk getiren!
Diyerek Gülce’mizi de selamlıyorum…
Gülce edebiyat akımının, edebiyatımıza ve Türk dünyasına hayırlı uğurlu olmasını dileyerek sözlerime başlamak istiyorum.
Zirvede Gül Yağmuru adlı kitabım oluşmadan evvel, 2009 yılının ortalarında
Hasbel kader, internette Gülcemizin değerli lideri Sayın Mustafa Ceylan Hocamızla tanışıp, onun Gülce Akımı hakkındaki söylemlerinin dikkatimi çekmesi üzerine, önümde kocaman bir ufuk açıldığını hissetmiştim.
Kısır bir döngü içinde yıllardır iki tür nazım biçimiyle dönüp duran şiir alemimize yeni bir rengin, tatlı bir ahengin katıldığını fark etmiştim…
Bu yeni renk ve ahenkle toplumumuzun acilen ihtiyacı olan hoşgörü, dostluk, kardeşlik, birliktelik,ayırımcılığa yer vermeyen sevgi gibi kucaklayıcı güzelliklerin de barındığını ve bunun bir yaşam biçimi olarak kalıcılığını sağlamak isteyen güzel insanların oluşturduğunu görünce tatlı bir anafora kapılmış gibi hissetmiştim kendimi.
İlk gülce çalışmamda “aman ne hoş bir şey” dediğimi hatırlıyorum. Adı ve amacı “ayrışma” değil “buluşma” olan gülce nazım şeklinin, hece ve serbest dizelerin bir araya gelerek uyum içinde uzlaşması, yepyeni bir nefesti Türk Şairleri için gerçekten. İlk olarak tüm şairlerin denemesi gereken “buluşma” şekliyle yazmıştım birkaç şiir.
Gelişmenin, genişlemenin, ilerlemenin, tekâmül etmenin kapısını çaldığıma inanmıştım ta başından.
Bunun ardından gelen 19 tür gülce nazım şekillerinin bazılarını deneyerek içimdeki duyguların daha rahat aktığını gördüm. Her konuya uygun şekiller bulmak ve dizelere aktarmak mümkündü.
Bu çalışmalarımın akabinde Sayın Mustafa Ceylan Hocam, antoloji.com sitesindeki gurubumuzda paylaşımlarımız sırasında bana, 2010 yılı projelerinden biri olan ‘kahraman ve öncü kadınlarımız’ın destanlarını yazmamı istediğinde hem müthiş bir onur duymuş hem de altından kalkamayacağım bir yükün altına girmiş gibi hissetmiştim kendimi…cahilliğimin farkında olmadığım için şaşkınlaşıyordum…nereden bulacaktım bir kitap olacak kadar kahraman ve öncü kadını?
Hocam ,Önce 90 sayfa, sonra 120 sayfa, en sonunda “kitap 160 sayfa olsun bacım” dedikçe ben önce bir sarsılıyordum.
Sonunda inanılmaz bir şevk ile arama ve bulma mücadelesine daldım.
Her dalışımda müthiş hazineler buluyordum… ve sonunda “zirvede Gül Yağmuru” oluştu ve 200 sayfa. Göl kitap yayınlarından çıktı geçen ay.
Bir hayatı şiirleştirmek takdir edersiniz ki kolay değil. Hele de 22 hayat.
Yeni akımımız kurallı ama sınır tanımayan; kökü mazide, dal ve yaprakları bugünümüze hitap eden Gülce tarzları sayesinde oluştuğunu söyleyebilirim. Buluşma ve bahçe isimli nazım şekilleriyle bu uzun soluklu çalışmalarımı tamamlamış bulunuyorum. Yoksa iki tür nazım şekillerimizden herhangi birini kullansaydım bu kadar yol alamazdım diye düşünüyorum.
Yeni çağın yeni edebiyat akımı GÜLCE’ nin 2010 yılı projelerinden biri olan, tarafımdan kaleme alınan “kahraman ve öncü kadınlarımızı” anlatan “ZİRVEDE GÜL YAĞMURU” isimli kitap, Türkiye'de bir ilke imza atması yönüyle önemli bir çalışma olduğunu düşünüyorum. Günümüz de her Türk kadınının ve kızının mutlaka okuması, öğrenmesi, örnek alması gereken müstesna şahsiyetler; Türkiye’de sanıyorum ilk defa bir kitap çatısı altında birleştirilerek konu edilmiştir. Bu kitapta kurtuluş savaşımızda erkeğiyle omuz omuza mücadele eden öncü analarımız ile mesleklerinde ilk olan 22 hanımın hayatını bir kitap çatısı altında toplamış bulunuyorum. Yani ilklerin ilki olan bir kitap bu.
Bu müstesna kadınların hayatlarının kitaplaşması için beni teşvik eden, destekleriyle güçlendiren, şiirlerime düzenlemeler yapan, kitabımın ismini koyan bu müstesna insana, M.Ceylan Hocamıza minnettarlığımı, sonsuz teşekkürlerimi iletmek istiyorum huzurunuzda.
Yirmi birinci asrın yeni edebi akımı olan Gülce, bana gerçekleşen bir rüya tadı veriyor ayrıca. Nasıl bir rüya bu derseniz; ta gençlik yıllarımın, liseli çağlarımın bir rüyası gerçekleşti gülce sayesinde. Edebiyat kitabımızda güçlü kalemlerin eserlerini ve hayatlarını okurken içlerinde bir bayan vardı ki, onun yerine koyardım zaman zaman kendimi… Hem kalemiyle hem söylemleriyle milli birliği oluştururken, kadınlarımızın da bilinçlenmesi için uğraşıyordu bu kadın. Hem de erkeğiyle omuz omuza cephelerde öncülük eden Halide Edip’in çok özel bir yeri vardı gönlümde… İşte bu vesile ile “zirvede gül yağmuru”’nun oluşum aşamasında bir Halide değil, yirmi iki Halide’nin hayatını birden yaşamak nasip oldu bana.
Meğer bilinmeyen ne değerlerimiz varmış, tozlu raflarda yatan… Araştırdıkça gül kokusu yayıldı yüreğime. Okurken hayran kaldım, hayıflandım, cesaret aldım ve bazen onlardan utandım kendi adıma.…
Çalıştığım her kahraman ve öncü kadının hayatını okurken ve yazarken onlarla bütünleşiyordum adeta…gülce akımına gülce konular katıldıkça heyecanım katmerleşiyordu aynı zamanda.
Kendimi o yüce yüreklilerin yerine koyup, zaman zaman duygu fırtınalarına kapıldım, ağladım. Kitabın yazılma aşamasında neler yaşadım neler!
Aylarca öyle bir Gül Yağmurunda ıslandım ki;
Bir gün dondum kağnı ile giderken cephane üzerinde…
Bir gün balta çekerek yürüdüm Ermeni üzerine…
Su verdim kollarımda can veren Mehmedime…
Bir gün anne oldum Ata’ya…
Başka bir gün aşık oldum Fatih Sultan Mehmet Han’a…
Hükümdar oldum tüm Türk Dünyası’na…
Bir gün öksüz çocuk oldum babamla at sırtında cephedeydim…
Bir gün elimde fırçamla yenik düştüm verem illetine … Bazı günlerde doktor oldum, mühendis, hemşire, muhtar, diplomat… Ve daha kimler oldum ve neler yaşadım!
Ömrüme nice kutlu ömürler doldurdum bu kısacık süre içinde.
Hayatımda attığım en önemli ve en doğru adımı bu yolda attığımı düşünüyorum.
Her Türk gencinin tanıması gereken öncülerimizin ruhlarına saygı ile rahmet diliyorum…
İnanıyorum ki Gülce Edebiyatımız fersah fersah adımlarla yol alarak geri dönülmez kutlu bir yolda ilerlemekte şimdi. Yolunun açık olmasını diliyorum...Kitabımın özü ve özeti olan bir şiirimle bitirmek istiyorum sözlerimi.
Asuman Soydan Atasayar
Hoş geldiniz değerli konuklar,
İstanbul’dan katılan bir arkadaşınız olarak Antalya’nın sıcacık güzide insanlarını, bu güzel organizasyonda emeği geçen saygıdeğer dostlarımızı, siz değerli konukları sevgiyle selamlıyorum.
Elvan çeşit rengiyle güller açtı bahçemde
Her birinin adı dost, yaren, kardeş diyen, gel diyen, sev diyen…
Gülce gelen, gülce gülen, gülce güller veren…
Sıklette kalan kalemime nefes veren, heves veren, şevk veren…
Yeni asrımıza yepyeni ahenk veren…
Hoş geldin gülce yüreğiyle, edebiyatımıza hoşluk getiren!
Diyerek Gülce’mizi de selamlıyorum…
Gülce edebiyat akımının, edebiyatımıza ve Türk dünyasına hayırlı uğurlu olmasını dileyerek sözlerime başlamak istiyorum.
Zirvede Gül Yağmuru adlı kitabım oluşmadan evvel, 2009 yılının ortalarında
Hasbel kader, internette Gülcemizin değerli lideri Sayın Mustafa Ceylan Hocamızla tanışıp, onun Gülce Akımı hakkındaki söylemlerinin dikkatimi çekmesi üzerine, önümde kocaman bir ufuk açıldığını hissetmiştim.
Kısır bir döngü içinde yıllardır iki tür nazım biçimiyle dönüp duran şiir alemimize yeni bir rengin, tatlı bir ahengin katıldığını fark etmiştim…
Bu yeni renk ve ahenkle toplumumuzun acilen ihtiyacı olan hoşgörü, dostluk, kardeşlik, birliktelik,ayırımcılığa yer vermeyen sevgi gibi kucaklayıcı güzelliklerin de barındığını ve bunun bir yaşam biçimi olarak kalıcılığını sağlamak isteyen güzel insanların oluşturduğunu görünce tatlı bir anafora kapılmış gibi hissetmiştim kendimi.
İlk gülce çalışmamda “aman ne hoş bir şey” dediğimi hatırlıyorum. Adı ve amacı “ayrışma” değil “buluşma” olan gülce nazım şeklinin, hece ve serbest dizelerin bir araya gelerek uyum içinde uzlaşması, yepyeni bir nefesti Türk Şairleri için gerçekten. İlk olarak tüm şairlerin denemesi gereken “buluşma” şekliyle yazmıştım birkaç şiir.
Gelişmenin, genişlemenin, ilerlemenin, tekâmül etmenin kapısını çaldığıma inanmıştım ta başından.
Bunun ardından gelen 19 tür gülce nazım şekillerinin bazılarını deneyerek içimdeki duyguların daha rahat aktığını gördüm. Her konuya uygun şekiller bulmak ve dizelere aktarmak mümkündü.
Bu çalışmalarımın akabinde Sayın Mustafa Ceylan Hocam, antoloji.com sitesindeki gurubumuzda paylaşımlarımız sırasında bana, 2010 yılı projelerinden biri olan ‘kahraman ve öncü kadınlarımız’ın destanlarını yazmamı istediğinde hem müthiş bir onur duymuş hem de altından kalkamayacağım bir yükün altına girmiş gibi hissetmiştim kendimi…cahilliğimin farkında olmadığım için şaşkınlaşıyordum…nereden bulacaktım bir kitap olacak kadar kahraman ve öncü kadını?
Hocam ,Önce 90 sayfa, sonra 120 sayfa, en sonunda “kitap 160 sayfa olsun bacım” dedikçe ben önce bir sarsılıyordum.
Sonunda inanılmaz bir şevk ile arama ve bulma mücadelesine daldım.
Her dalışımda müthiş hazineler buluyordum… ve sonunda “zirvede Gül Yağmuru” oluştu ve 200 sayfa. Göl kitap yayınlarından çıktı geçen ay.
Bir hayatı şiirleştirmek takdir edersiniz ki kolay değil. Hele de 22 hayat.
Yeni akımımız kurallı ama sınır tanımayan; kökü mazide, dal ve yaprakları bugünümüze hitap eden Gülce tarzları sayesinde oluştuğunu söyleyebilirim. Buluşma ve bahçe isimli nazım şekilleriyle bu uzun soluklu çalışmalarımı tamamlamış bulunuyorum. Yoksa iki tür nazım şekillerimizden herhangi birini kullansaydım bu kadar yol alamazdım diye düşünüyorum.
Yeni çağın yeni edebiyat akımı GÜLCE’ nin 2010 yılı projelerinden biri olan, tarafımdan kaleme alınan “kahraman ve öncü kadınlarımızı” anlatan “ZİRVEDE GÜL YAĞMURU” isimli kitap, Türkiye'de bir ilke imza atması yönüyle önemli bir çalışma olduğunu düşünüyorum. Günümüz de her Türk kadınının ve kızının mutlaka okuması, öğrenmesi, örnek alması gereken müstesna şahsiyetler; Türkiye’de sanıyorum ilk defa bir kitap çatısı altında birleştirilerek konu edilmiştir. Bu kitapta kurtuluş savaşımızda erkeğiyle omuz omuza mücadele eden öncü analarımız ile mesleklerinde ilk olan 22 hanımın hayatını bir kitap çatısı altında toplamış bulunuyorum. Yani ilklerin ilki olan bir kitap bu.
Bu müstesna kadınların hayatlarının kitaplaşması için beni teşvik eden, destekleriyle güçlendiren, şiirlerime düzenlemeler yapan, kitabımın ismini koyan bu müstesna insana, M.Ceylan Hocamıza minnettarlığımı, sonsuz teşekkürlerimi iletmek istiyorum huzurunuzda.
Yirmi birinci asrın yeni edebi akımı olan Gülce, bana gerçekleşen bir rüya tadı veriyor ayrıca. Nasıl bir rüya bu derseniz; ta gençlik yıllarımın, liseli çağlarımın bir rüyası gerçekleşti gülce sayesinde. Edebiyat kitabımızda güçlü kalemlerin eserlerini ve hayatlarını okurken içlerinde bir bayan vardı ki, onun yerine koyardım zaman zaman kendimi… Hem kalemiyle hem söylemleriyle milli birliği oluştururken, kadınlarımızın da bilinçlenmesi için uğraşıyordu bu kadın. Hem de erkeğiyle omuz omuza cephelerde öncülük eden Halide Edip’in çok özel bir yeri vardı gönlümde… İşte bu vesile ile “zirvede gül yağmuru”’nun oluşum aşamasında bir Halide değil, yirmi iki Halide’nin hayatını birden yaşamak nasip oldu bana.
Meğer bilinmeyen ne değerlerimiz varmış, tozlu raflarda yatan… Araştırdıkça gül kokusu yayıldı yüreğime. Okurken hayran kaldım, hayıflandım, cesaret aldım ve bazen onlardan utandım kendi adıma.…
Çalıştığım her kahraman ve öncü kadının hayatını okurken ve yazarken onlarla bütünleşiyordum adeta…gülce akımına gülce konular katıldıkça heyecanım katmerleşiyordu aynı zamanda.
Kendimi o yüce yüreklilerin yerine koyup, zaman zaman duygu fırtınalarına kapıldım, ağladım. Kitabın yazılma aşamasında neler yaşadım neler!
Aylarca öyle bir Gül Yağmurunda ıslandım ki;
Bir gün dondum kağnı ile giderken cephane üzerinde…
Bir gün balta çekerek yürüdüm Ermeni üzerine…
Su verdim kollarımda can veren Mehmedime…
Bir gün anne oldum Ata’ya…
Başka bir gün aşık oldum Fatih Sultan Mehmet Han’a…
Hükümdar oldum tüm Türk Dünyası’na…
Bir gün öksüz çocuk oldum babamla at sırtında cephedeydim…
Bir gün elimde fırçamla yenik düştüm verem illetine … Bazı günlerde doktor oldum, mühendis, hemşire, muhtar, diplomat… Ve daha kimler oldum ve neler yaşadım!
Ömrüme nice kutlu ömürler doldurdum bu kısacık süre içinde.
Hayatımda attığım en önemli ve en doğru adımı bu yolda attığımı düşünüyorum.
Her Türk gencinin tanıması gereken öncülerimizin ruhlarına saygı ile rahmet diliyorum…
İnanıyorum ki Gülce Edebiyatımız fersah fersah adımlarla yol alarak geri dönülmez kutlu bir yolda ilerlemekte şimdi. Yolunun açık olmasını diliyorum...Kitabımın özü ve özeti olan bir şiirimle bitirmek istiyorum sözlerimi.
Asuman Soydan Atasayar
VAKAR MI ŞAKŞAK MI?
VAKAR MI ŞAKŞAK MI?
Vakar, onur, dürüstlük gibi kavramların yazı ve sohbet dilinde idealize edilerek anlatılmasına karşın; uygulamalarda tam tersi yaşanıyor ne yazık ki. Bu asil kelimeler sadece edebiyat parçalamak için kullanılan kelimeler sanki. Vitrin süsü gibi... Üç kağıtçı, dilbaz, şakşakçı ve bunun gibi karaktere sahip olanların, uygulamada ilgi görmesi, öne çıkarılması acıtıyor insanın içini.
Doğrucu Bekir’lerin dışlanıp, yalaka şak şakcıların baş tacı edildiği bir dünyada yaşamak, çalı ve dikeni bol bir tarlada yürümeye benziyor bana göre. Bunca tezatın bir arada olması bıkkınlık veriyor zaman zaman insana. Bu kadar çalı ve dikenin çoğalmasının sebebi vardır elbet.
İnsan nefsinin akışkanlığı karşısında akıl ve onur yok oluyor. “Her dalkavuk bir alığın sırtından geçinir “ atasözünün anlatmak istediği mesele de budur.
Alıkların akışkan nefsi sayesinde basitlikler cirit atıyor.
Geçenlerde internette bir video dolaşıyordu. Başarı için gerekli olan özelliklerin etkisini, matematiksel olarak hesaplayan mizahi bir iddiaydı. Bu hesaba göre başarı nedenlerinin içinde ne zekâ, ne çalışkanlık, ne azim, ne dürüstlük önemli değildi. Kişiyi hedefe ulaştıran yüzde yüzlük etkinin yalakalık olduğunu gösteren bu hesaba, önce güldük belki. Ama geniş bir çerçeveden bakarak hayatı ve insanları yorumladığınız vakit bu sonucun gerçek olduğunu görmemek mümkün değil...
Bu tabloyu ilk önce anne babaların çocuklarına yakınlığında görüyoruz. Ebeveynlerin yanında en cana yakın, en güzel olan, en çok öpücük veren, kardeşini ötelemek için en çok sarılan çocuğun diğer kardeşlerine göre fark attığını,daha çok sevildiğini görürüz. Aynı bedenden oluşan çocuklar arasında bile bu karakter önde yer alarak rol oynuyor maalesef…Hayatın başında bu hareketlerinin başarıya ulaştığını gören çocuk, bu yolu karakter haline getiriyor ve ileriki yaşlarında da bunu kullanarak hayatını kazanıyor hem de başarılı insanları sollayarak…
Oysa fıtratında eğip bükme olmayan, doğruya eğri demeyen, onuruna düşkün, önce kendisine dürüst olmaktan hoşlanan kişilerin zeka seviyesi ve azmi ne olursa olsun geç fark edildiği ve dışlandığı tecrübeyle sabittir.
Akıllı ve tatlı dilliler ile dilbazları birbirinden ayırt etmek gerekiyor. Ama;
Çıkarcılar aramızda oldukça
Bitli kunduz at oynatır meydanda
Mavi boncukçunun, ağzı kulağında
Sapla saman yaşar gider, yan yana
Toplum ve ahlak kurallarına oldukça ters düşen bir yaşam içindeki olan kişi, şakşakçılığı sayesinde itibar görerek ön saflarda yer alırken; sessiz sakin,vakur duruşluların arkaya itildiğini görünce kahroluyorum bazen.
İş başvurularında, ikili ilişkilerde, sosyal ilişkilerde ve bunun gibi her tür ilişkilerde zekasız ama yalaka olanların zekalı ama dürüst olanlara ezici üstünlük gösterdiği bir gerçek.
Her dönem ve her ortamda yaşanıyor bu çirkinlikler. Ne kadar modern ve entelektüel bir ortamda da bulunsanız, aç kurt sofrasının bir versiyonuyla karşılaşıyorsunuz… İnsanların gözünü ve gönlünü, bir büyücü maharetiyle kandıran şakşakçının ardından, atıp tuttukları halde yüzüne olmadık iltifatları yapanlara şahit oldukça insanlığımdan utanıyorum.
Güzel olan şey temizliğe,dürüstlüğe, onurlu güzelliğe önem vermek; insanlığa yakışır şekilde yaşamaktır.
Dünya denilen şehrin, çıkışı meçhul yerde
Öyle bir seyahat ki, devre mülki değerde!
Dere tepe, git ve gel, alı moru bir tuhaf
Dönüşsüz tünel bura, hakiki yerim nerde?
ASUMAN SOYDAN ATASAYAR
Vakar, onur, dürüstlük gibi kavramların yazı ve sohbet dilinde idealize edilerek anlatılmasına karşın; uygulamalarda tam tersi yaşanıyor ne yazık ki. Bu asil kelimeler sadece edebiyat parçalamak için kullanılan kelimeler sanki. Vitrin süsü gibi... Üç kağıtçı, dilbaz, şakşakçı ve bunun gibi karaktere sahip olanların, uygulamada ilgi görmesi, öne çıkarılması acıtıyor insanın içini.
Doğrucu Bekir’lerin dışlanıp, yalaka şak şakcıların baş tacı edildiği bir dünyada yaşamak, çalı ve dikeni bol bir tarlada yürümeye benziyor bana göre. Bunca tezatın bir arada olması bıkkınlık veriyor zaman zaman insana. Bu kadar çalı ve dikenin çoğalmasının sebebi vardır elbet.
İnsan nefsinin akışkanlığı karşısında akıl ve onur yok oluyor. “Her dalkavuk bir alığın sırtından geçinir “ atasözünün anlatmak istediği mesele de budur.
Alıkların akışkan nefsi sayesinde basitlikler cirit atıyor.
Geçenlerde internette bir video dolaşıyordu. Başarı için gerekli olan özelliklerin etkisini, matematiksel olarak hesaplayan mizahi bir iddiaydı. Bu hesaba göre başarı nedenlerinin içinde ne zekâ, ne çalışkanlık, ne azim, ne dürüstlük önemli değildi. Kişiyi hedefe ulaştıran yüzde yüzlük etkinin yalakalık olduğunu gösteren bu hesaba, önce güldük belki. Ama geniş bir çerçeveden bakarak hayatı ve insanları yorumladığınız vakit bu sonucun gerçek olduğunu görmemek mümkün değil...
Bu tabloyu ilk önce anne babaların çocuklarına yakınlığında görüyoruz. Ebeveynlerin yanında en cana yakın, en güzel olan, en çok öpücük veren, kardeşini ötelemek için en çok sarılan çocuğun diğer kardeşlerine göre fark attığını,daha çok sevildiğini görürüz. Aynı bedenden oluşan çocuklar arasında bile bu karakter önde yer alarak rol oynuyor maalesef…Hayatın başında bu hareketlerinin başarıya ulaştığını gören çocuk, bu yolu karakter haline getiriyor ve ileriki yaşlarında da bunu kullanarak hayatını kazanıyor hem de başarılı insanları sollayarak…
Oysa fıtratında eğip bükme olmayan, doğruya eğri demeyen, onuruna düşkün, önce kendisine dürüst olmaktan hoşlanan kişilerin zeka seviyesi ve azmi ne olursa olsun geç fark edildiği ve dışlandığı tecrübeyle sabittir.
Akıllı ve tatlı dilliler ile dilbazları birbirinden ayırt etmek gerekiyor. Ama;
Çıkarcılar aramızda oldukça
Bitli kunduz at oynatır meydanda
Mavi boncukçunun, ağzı kulağında
Sapla saman yaşar gider, yan yana
Toplum ve ahlak kurallarına oldukça ters düşen bir yaşam içindeki olan kişi, şakşakçılığı sayesinde itibar görerek ön saflarda yer alırken; sessiz sakin,vakur duruşluların arkaya itildiğini görünce kahroluyorum bazen.
İş başvurularında, ikili ilişkilerde, sosyal ilişkilerde ve bunun gibi her tür ilişkilerde zekasız ama yalaka olanların zekalı ama dürüst olanlara ezici üstünlük gösterdiği bir gerçek.
Her dönem ve her ortamda yaşanıyor bu çirkinlikler. Ne kadar modern ve entelektüel bir ortamda da bulunsanız, aç kurt sofrasının bir versiyonuyla karşılaşıyorsunuz… İnsanların gözünü ve gönlünü, bir büyücü maharetiyle kandıran şakşakçının ardından, atıp tuttukları halde yüzüne olmadık iltifatları yapanlara şahit oldukça insanlığımdan utanıyorum.
Güzel olan şey temizliğe,dürüstlüğe, onurlu güzelliğe önem vermek; insanlığa yakışır şekilde yaşamaktır.
Dünya denilen şehrin, çıkışı meçhul yerde
Öyle bir seyahat ki, devre mülki değerde!
Dere tepe, git ve gel, alı moru bir tuhaf
Dönüşsüz tünel bura, hakiki yerim nerde?
ASUMAN SOYDAN ATASAYAR
11 Ocak 2011 Salı
GÜLCE DE BİZİM KARDEŞİM!
İlk olarak 2006 yılında, Türk Edebiyat ve şiir dünyasına oldukça emek vermiş olan çok değerli bir grup edebiyatçı ve şiir üstatları, bir araya gelerek, edebiyatımızın artık bir yeniliğe ve gelişime ihtiyacı olduğunu düşünmüşler. “Gülce Edebiyat Akımı” adında yeni bir akım geliştirmişler. Ve bu konuda oldukça kafa yormuş, emek vermişler. Nerdeyse tarih olacak olan aruz veznimize, hece ve serbest tarzlar içinde sıkışmış olan şiirimize biraz nefes vermek amacıyla bu üçüne de sadık kalarak 19 çeşit yeni nazım şekilleri geliştirmişler... Ama asla geçmişimizden kopmadan, ödün vermeden gelişme uğruna verilen bu emekleri takdir etmemek mümkün değil. Hem aruz hem hece hem de serbest şiirlerimizi bünyesinde muhafaza ederek, hepsi bizim diyerek, yeni nazım şekilleriyle harika bir yol denemesine girmişler… Biraz insafı olan için inanılmaz bir güzellik bu bence…
Mustafa Ceylan, Osman Öcal, Harun Yiğit, Refika Doğan ve Yusuf Bozan isimlerinin başı çektiği ve daha çok değerlerin katıldığı çiçeği burnunda ama istikbale kanca atmış bir akım bu.
Akımın öncüleri, bu hareketi, nazım şekilleri arasındaki kardeş kavgasına son vermek olarak nitelendiriyorlar. Üç tür nazım şekline sahip olan Türk Şiirinde, herkes bir şeklin tarafında yer alırken; Gülce Akım Öncüleri, “üçü de bizim” diyerek sahip çıkmış ve hepsinden bir harman oluşturarak çeşitli alternatifler sunmuşlar şair kalemlere.
Allah’ın bir lütfu olarak hasbel kader geçen yıl bana da içlerine girmek ve tanışmak nasip oldu bu değerli kalem erbaplarıyla ( yani internet üzerinden)… Bu akımın öncülerine saygı duyduğum için, önce ne yapmak istediklerini okudum, araştırdım. Yeniliğe açık olan karakterim sayesinde ön yargılı davranmadan baktım ki, benim arayıp bulamadığım, -daha doğrusu- ifade edemediğim görüşler bunlar… Kendime çok uygun bulduğum için hemen Gülce tarzında şiirler yazmaya koyuldum. Çünkü kendimi daha rahat ifade edebiliyordum. Benim kalemime ruhuma uygun, biçilmiş kaftandı bu şekiller.
Bu yıl içinde Allah nasip etti Gülce’nin öncüleriyle birlikte tasarlanan 2010 yılı projesinin bir ucundan da ben tuttum. Benim çalışmamın konusu, Kahraman ve Öncü Türk Kadınlarının hayatlarını Gülce tarzında şiirleştirerek, onların şimdiye kadar yazılmamış destanlarını yazdım Türk Milli Kültürü’ne önemli bir hizmet olduğuna inanarak… Yirmi İki tane öncü kadınımızın hayatı destanlaştı bu sayede. Kimisi Kurtuluş savaşı öncüsü fedakar analarımız, kimisi mesleklerinde ilk olmayı başaran değerli kadınlarımız bunlar. Her biri kendi dalında birer değer birer mücevher Türk Milleti için. Bunlar tozlu raflardan silkelenerek gün ışığına çıkartıldılar tarafımdan…
Diğer arkadaşlarımız da her biri bir konuda destanlar, efsaneler yazdılar.(Halk efsaneleri, Dede Korkut Hikâyeleri, Türk Destanları, Peygamberlerin Hayatları v.b. Hala yazıyoruz ve inşallah bu birlik ruhu içinde yazmaya devam edeceğiz.
Birliği, dirliği, kardeşliği, gelişme ve ilerlemeyi şiar edinmiş olan Gülce Akımını, benimsemiş bir insan olarak yaptığım bu çalışmaları ben de herkes gibi çeşitli edebiyat sitelerinde yayınlıyorum…
Ama gelgelelim ki, daha önceki yazımda bahsettiğim yeni olan her şeye engel olma görevini üstlenmiş karakterde bir kaç şahıs, ellerinden gelse yırtıp çöpe atacaklar bizim bu çalışmalarımızı… Yalnız bana değil bu akımın öncüsü olan tüm arkadaşlarımıza hakarete varan sözlü saldırılar ve hırçınlıklar içine girdiklerini görüyoruz.
Harâretli tartışmalarından anlaşılıyor ki hiç birisi de, bu nedir diye okumamış, incelememiş , veya yüzeysel bir göz atışla yetinerek, önyargılarıyla eleştirel davranışlara giriyorlar…
Bu şahışlara:
-Ya kardeşim, senin alışmış olduğun şiiri elinden alan yok, bunlara karşı çıkan yok!… Biz aruz, serbest ve hece; üçü de bizim bunlarsız asla edebiyat olmaz dediğimiz halde, sırf nefis tatmini için saldırıyorsun sen. Beğenirsin beğenmezsin o senin bileceğin şey ama bu hırçınlık niye? Diyorum.
Hayret bir şey!
“Kendi tarzında yazsana, niye başkalarına özeniyorsun? “ diye bir mesaj aldım geçenlerde.
Ben de soruyorum bu harika(!) soruya karşılık:
- Arkadaşım, şiirlerini yazdığın tek şiir kalıbı olan koşma da, Karacaoğlan’a uzanmıyor mu? Neden Karacaoğlan’ı taklit ediyorsun peki sen? Kendi tarzını oluştursana! diyorum ben de...
Her olgunun bir başlangıcı bir ilki vardır. Kabul edenleri tarafından geniş halk kitlelerine ulaştırıp yayılırlar…
Hececilerin, serbestçilerin, aruzcuların, bu güne kadar yazanların hepsi de özentiliymiş demek ki…Çünkü bu akımlar da gökten inmediler ya! Hepsinin bir başlatanı, bir öncüsü vardı elbette. Bu gün sen de o öncüler tarafından öğrendin ve benimsedin hece şiirini. Veya diğerlerini… M.Akif, Necip Fazıl, Nazım Hikmet; tüm şairler özentili demek ki… Çünkü onların da benimsediği bir akım, tarz sahibi insanlar vardı sonuçta…
Yazmayı beceremiyorsan yazanları alkışla!
Alkışlamaya için elvermiyorsa sessiz kal!
Ne demişler? ” Söz biliyorsan konuş seni âlim sansınlar, bilmiyorsan sus da ârif sansınlar!”
Takılmış plak gibi, sırf eleştirme ve engel olma görevini yerine getirmek amacıyla aynı havayı tekrar etmenin bir anlamı yok…
İzan ve insaf! ! !
27.12.2010- İst- Asuman Soydan Atasayar
İlk olarak 2006 yılında, Türk Edebiyat ve şiir dünyasına oldukça emek vermiş olan çok değerli bir grup edebiyatçı ve şiir üstatları, bir araya gelerek, edebiyatımızın artık bir yeniliğe ve gelişime ihtiyacı olduğunu düşünmüşler. “Gülce Edebiyat Akımı” adında yeni bir akım geliştirmişler. Ve bu konuda oldukça kafa yormuş, emek vermişler. Nerdeyse tarih olacak olan aruz veznimize, hece ve serbest tarzlar içinde sıkışmış olan şiirimize biraz nefes vermek amacıyla bu üçüne de sadık kalarak 19 çeşit yeni nazım şekilleri geliştirmişler... Ama asla geçmişimizden kopmadan, ödün vermeden gelişme uğruna verilen bu emekleri takdir etmemek mümkün değil. Hem aruz hem hece hem de serbest şiirlerimizi bünyesinde muhafaza ederek, hepsi bizim diyerek, yeni nazım şekilleriyle harika bir yol denemesine girmişler… Biraz insafı olan için inanılmaz bir güzellik bu bence…
Mustafa Ceylan, Osman Öcal, Harun Yiğit, Refika Doğan ve Yusuf Bozan isimlerinin başı çektiği ve daha çok değerlerin katıldığı çiçeği burnunda ama istikbale kanca atmış bir akım bu.
Akımın öncüleri, bu hareketi, nazım şekilleri arasındaki kardeş kavgasına son vermek olarak nitelendiriyorlar. Üç tür nazım şekline sahip olan Türk Şiirinde, herkes bir şeklin tarafında yer alırken; Gülce Akım Öncüleri, “üçü de bizim” diyerek sahip çıkmış ve hepsinden bir harman oluşturarak çeşitli alternatifler sunmuşlar şair kalemlere.
Allah’ın bir lütfu olarak hasbel kader geçen yıl bana da içlerine girmek ve tanışmak nasip oldu bu değerli kalem erbaplarıyla ( yani internet üzerinden)… Bu akımın öncülerine saygı duyduğum için, önce ne yapmak istediklerini okudum, araştırdım. Yeniliğe açık olan karakterim sayesinde ön yargılı davranmadan baktım ki, benim arayıp bulamadığım, -daha doğrusu- ifade edemediğim görüşler bunlar… Kendime çok uygun bulduğum için hemen Gülce tarzında şiirler yazmaya koyuldum. Çünkü kendimi daha rahat ifade edebiliyordum. Benim kalemime ruhuma uygun, biçilmiş kaftandı bu şekiller.
Bu yıl içinde Allah nasip etti Gülce’nin öncüleriyle birlikte tasarlanan 2010 yılı projesinin bir ucundan da ben tuttum. Benim çalışmamın konusu, Kahraman ve Öncü Türk Kadınlarının hayatlarını Gülce tarzında şiirleştirerek, onların şimdiye kadar yazılmamış destanlarını yazdım Türk Milli Kültürü’ne önemli bir hizmet olduğuna inanarak… Yirmi İki tane öncü kadınımızın hayatı destanlaştı bu sayede. Kimisi Kurtuluş savaşı öncüsü fedakar analarımız, kimisi mesleklerinde ilk olmayı başaran değerli kadınlarımız bunlar. Her biri kendi dalında birer değer birer mücevher Türk Milleti için. Bunlar tozlu raflardan silkelenerek gün ışığına çıkartıldılar tarafımdan…
Diğer arkadaşlarımız da her biri bir konuda destanlar, efsaneler yazdılar.(Halk efsaneleri, Dede Korkut Hikâyeleri, Türk Destanları, Peygamberlerin Hayatları v.b. Hala yazıyoruz ve inşallah bu birlik ruhu içinde yazmaya devam edeceğiz.
Birliği, dirliği, kardeşliği, gelişme ve ilerlemeyi şiar edinmiş olan Gülce Akımını, benimsemiş bir insan olarak yaptığım bu çalışmaları ben de herkes gibi çeşitli edebiyat sitelerinde yayınlıyorum…
Ama gelgelelim ki, daha önceki yazımda bahsettiğim yeni olan her şeye engel olma görevini üstlenmiş karakterde bir kaç şahıs, ellerinden gelse yırtıp çöpe atacaklar bizim bu çalışmalarımızı… Yalnız bana değil bu akımın öncüsü olan tüm arkadaşlarımıza hakarete varan sözlü saldırılar ve hırçınlıklar içine girdiklerini görüyoruz.
Harâretli tartışmalarından anlaşılıyor ki hiç birisi de, bu nedir diye okumamış, incelememiş , veya yüzeysel bir göz atışla yetinerek, önyargılarıyla eleştirel davranışlara giriyorlar…
Bu şahışlara:
-Ya kardeşim, senin alışmış olduğun şiiri elinden alan yok, bunlara karşı çıkan yok!… Biz aruz, serbest ve hece; üçü de bizim bunlarsız asla edebiyat olmaz dediğimiz halde, sırf nefis tatmini için saldırıyorsun sen. Beğenirsin beğenmezsin o senin bileceğin şey ama bu hırçınlık niye? Diyorum.
Hayret bir şey!
“Kendi tarzında yazsana, niye başkalarına özeniyorsun? “ diye bir mesaj aldım geçenlerde.
Ben de soruyorum bu harika(!) soruya karşılık:
- Arkadaşım, şiirlerini yazdığın tek şiir kalıbı olan koşma da, Karacaoğlan’a uzanmıyor mu? Neden Karacaoğlan’ı taklit ediyorsun peki sen? Kendi tarzını oluştursana! diyorum ben de...
Her olgunun bir başlangıcı bir ilki vardır. Kabul edenleri tarafından geniş halk kitlelerine ulaştırıp yayılırlar…
Hececilerin, serbestçilerin, aruzcuların, bu güne kadar yazanların hepsi de özentiliymiş demek ki…Çünkü bu akımlar da gökten inmediler ya! Hepsinin bir başlatanı, bir öncüsü vardı elbette. Bu gün sen de o öncüler tarafından öğrendin ve benimsedin hece şiirini. Veya diğerlerini… M.Akif, Necip Fazıl, Nazım Hikmet; tüm şairler özentili demek ki… Çünkü onların da benimsediği bir akım, tarz sahibi insanlar vardı sonuçta…
Yazmayı beceremiyorsan yazanları alkışla!
Alkışlamaya için elvermiyorsa sessiz kal!
Ne demişler? ” Söz biliyorsan konuş seni âlim sansınlar, bilmiyorsan sus da ârif sansınlar!”
Takılmış plak gibi, sırf eleştirme ve engel olma görevini yerine getirmek amacıyla aynı havayı tekrar etmenin bir anlamı yok…
İzan ve insaf! ! !
27.12.2010- İst- Asuman Soydan Atasayar
SANAT VE EDEBİYATIN ANA KAYNAĞI
Hayat yolu her zaman düz ve açık değildir ne yazık ki. Yaşamın içinde iniş ve çıkışlar mutlaka olacaktır. Gülmek kadar ağlamak da hayatın bir gerçeğidir. Bazen dibe vuruşlar, bazen sarp yokuşlar çıkabiliyor karşımıza. Bu iniş çıkışların mesafesi, derinliği kişiden kişiye değişecektir. Ve etkisi de her kişide farklı boyuttadır. Bazı insanlar bu iniş çıkışların kıvrımlarında yaşadıklarını, hissettiklerini, gözlemlerini, düşüncelerini etkili bir biçimde yazarak çizerek, anlatmak, somutlaştırmak isteğiyle kıvanırlar. Bu istek kişiyi sanata ve edebiyata yönlendirir ve ilk basamağını oluşturur.
Yüreğinde sancı çekmeyen bir sanatçı, bir şair, bir yazar asla olamaz diye düşünüyorum. “sanatçı olunmaz sanatçı doğulur” diyen yüce Atamızın sanatçıya değer veren sözü, bilimsel olarak kanıtlanmış olsa da, bu yeteneklerin ortaya çıkmasını tetikleyen unsurlar, acılar ve zorluklardır… Yaşanan zorluklar, acılar, sıkıntılar kişiyi ebedileştirmek için ruhundan fışkırmaya, soyutken somut olmaya doğru akacaktır. Acı ile fışkıran ruh, bir sanat eserine dönüşerek sancı çeken kişiyi belki de ölümsüzleştirecektir…
Fakat benim en büyük sloganım: “Sanat ve edebiyatın ana kaynağı sevgidir” diyorum. Karakterinde sevgi barındırmayan hiçbir duygunun, sanatsal değeri olan bir somutlaşması olamaz bence. Nasıl ki susuz bir hayat düşünülemezse sevgisiz de sanat düşünülemez. Nefret, kin üzerine veya bir duygu hissedilmeden bina edilen bir sanatın benimsenmesi mümkün değildir. Hatta doğması veya yaşaması mümkün değildir. Ruh güzelliğinin izdüşümüdür eserler, bazen şiir, bazen resim, bazen şarkı, heykel ve bunun gibi...
Nasıl ki ressam ruhunu fırça ve renkler çiziyorsa, şiir de kelimelerin çizdiği şair ruhunun resmidir.
Ancak bu resimler; seyredilmek ister, okunmak, anlaşılmak, paylaşılmak ister doğal olarak. Seyirci kitlesinin niteliği ve niceliği bu ruhun resmini amacına ulaştıracaktır.
Her şair ve sanatçı ancak kendi ruhundan kopan parçaları resmedebilir.
Bu resmi seyredenler kendilerinde ortak payda bulamazlarsa seyretmekten çabuk vazgeçerler. Kalıcı olanlar ise izleyiciyle ortak yüreği yakalayabilenlerdir.
Kelimelerle ruhumuzun resmini çizmek için sosyo-psikolojik ve bilgi düzeyinde ne çok malzememiz varsa o denli kaliteli şiir veya eser ortaya koyabiliriz. Nasıl ki ressamın resmini tuvale yansıtması için kaliteli malzeme gerekli ise şair için de kaliteli bilgi birikimi gereklidir. Yetenek olmazsa olmazlarımızdandır ancak yeteneğe kalite ve yön veren bilgi düzeyidir. Kaliteli malzeme ve sevgi ile çizilen bir resmi seyretmekten haz almayan olmayacaktır, olamaz da.
Zorluklar karşısında sevmeyi, direnmeyi, mücadeleyi bilenler için her zahmet bir rahmete dönüşecektir. Eserler, zorluk ve acı sınavının ödülüdür, madalyasıdır bana göre.
İnsan olmanın en değerli özelliği her zorluğa rağmen aşk ve sevgiyi yaşayıp yaşatabilmesidir. Aşk ile yoğrulan, bilgi ile mayalanan eserler sahibini ölümsüzleştirecektir.
Her anımızda sevgiyi yaşayıp yaşatmamız dileği ile…
Nisan-2010-İstanbul ASUMAN SOYDAN ATASAYAR
ÇARPICI GERÇEKLER
Suyu yokuşa sürüp, su gücünü tüketen
Hakkı kimden alıyor hükümdar gölge varlık?
Düşüncesi dar olan zihniyete isyanım!
Dualarım olmasa boğar beni bu darlık!
….. Devran döndü ışıdı içindeki tüm renkler
…….Dikkatime takıldı şu çarpıcı gerçekler!
Anlayışı kıt olan kıtlığını bilseydi
Seyrangâhlı bahçemiz, lâbirente dönmezdi
Fitne fesat düzenin nefesi kesilseydi
Sâfi gülen gözlerin tebessümü sönmezdi.
……İnsanım deme sakın barikat ören adam!
……En alçak mertebedir sana münasip yaşam!
Azgın kızgın suratlar, kulağıma dolarken
Gitmiyor başucumdan uğultulu dumanlar!
Sevgimin tebessümü yüreğime dolarken
Kaç maskeye sığınmış, benden ikbâl umanlar!
……Kördüğümlü zamanda, efkârı benden sağan
……Hayatın kuvvetinden, hayâlim daha yaman!
Çirkinliği yok eden, YARATAN’ın ismi ki;
Yedi rengin içinde yaşam güzel değil mi?
Yürüyün yılgın başlar, başka yol mu kalmadı?
EN SANAT eserinde seyret gitsin hayatı!
ASUMAN SOYDAN ATASAYAR
Hayat yolu her zaman düz ve açık değildir ne yazık ki. Yaşamın içinde iniş ve çıkışlar mutlaka olacaktır. Gülmek kadar ağlamak da hayatın bir gerçeğidir. Bazen dibe vuruşlar, bazen sarp yokuşlar çıkabiliyor karşımıza. Bu iniş çıkışların mesafesi, derinliği kişiden kişiye değişecektir. Ve etkisi de her kişide farklı boyuttadır. Bazı insanlar bu iniş çıkışların kıvrımlarında yaşadıklarını, hissettiklerini, gözlemlerini, düşüncelerini etkili bir biçimde yazarak çizerek, anlatmak, somutlaştırmak isteğiyle kıvanırlar. Bu istek kişiyi sanata ve edebiyata yönlendirir ve ilk basamağını oluşturur.
Yüreğinde sancı çekmeyen bir sanatçı, bir şair, bir yazar asla olamaz diye düşünüyorum. “sanatçı olunmaz sanatçı doğulur” diyen yüce Atamızın sanatçıya değer veren sözü, bilimsel olarak kanıtlanmış olsa da, bu yeteneklerin ortaya çıkmasını tetikleyen unsurlar, acılar ve zorluklardır… Yaşanan zorluklar, acılar, sıkıntılar kişiyi ebedileştirmek için ruhundan fışkırmaya, soyutken somut olmaya doğru akacaktır. Acı ile fışkıran ruh, bir sanat eserine dönüşerek sancı çeken kişiyi belki de ölümsüzleştirecektir…
Fakat benim en büyük sloganım: “Sanat ve edebiyatın ana kaynağı sevgidir” diyorum. Karakterinde sevgi barındırmayan hiçbir duygunun, sanatsal değeri olan bir somutlaşması olamaz bence. Nasıl ki susuz bir hayat düşünülemezse sevgisiz de sanat düşünülemez. Nefret, kin üzerine veya bir duygu hissedilmeden bina edilen bir sanatın benimsenmesi mümkün değildir. Hatta doğması veya yaşaması mümkün değildir. Ruh güzelliğinin izdüşümüdür eserler, bazen şiir, bazen resim, bazen şarkı, heykel ve bunun gibi...
Nasıl ki ressam ruhunu fırça ve renkler çiziyorsa, şiir de kelimelerin çizdiği şair ruhunun resmidir.
Ancak bu resimler; seyredilmek ister, okunmak, anlaşılmak, paylaşılmak ister doğal olarak. Seyirci kitlesinin niteliği ve niceliği bu ruhun resmini amacına ulaştıracaktır.
Her şair ve sanatçı ancak kendi ruhundan kopan parçaları resmedebilir.
Bu resmi seyredenler kendilerinde ortak payda bulamazlarsa seyretmekten çabuk vazgeçerler. Kalıcı olanlar ise izleyiciyle ortak yüreği yakalayabilenlerdir.
Kelimelerle ruhumuzun resmini çizmek için sosyo-psikolojik ve bilgi düzeyinde ne çok malzememiz varsa o denli kaliteli şiir veya eser ortaya koyabiliriz. Nasıl ki ressamın resmini tuvale yansıtması için kaliteli malzeme gerekli ise şair için de kaliteli bilgi birikimi gereklidir. Yetenek olmazsa olmazlarımızdandır ancak yeteneğe kalite ve yön veren bilgi düzeyidir. Kaliteli malzeme ve sevgi ile çizilen bir resmi seyretmekten haz almayan olmayacaktır, olamaz da.
Zorluklar karşısında sevmeyi, direnmeyi, mücadeleyi bilenler için her zahmet bir rahmete dönüşecektir. Eserler, zorluk ve acı sınavının ödülüdür, madalyasıdır bana göre.
İnsan olmanın en değerli özelliği her zorluğa rağmen aşk ve sevgiyi yaşayıp yaşatabilmesidir. Aşk ile yoğrulan, bilgi ile mayalanan eserler sahibini ölümsüzleştirecektir.
Her anımızda sevgiyi yaşayıp yaşatmamız dileği ile…
Nisan-2010-İstanbul ASUMAN SOYDAN ATASAYAR
ÇARPICI GERÇEKLER
Suyu yokuşa sürüp, su gücünü tüketen
Hakkı kimden alıyor hükümdar gölge varlık?
Düşüncesi dar olan zihniyete isyanım!
Dualarım olmasa boğar beni bu darlık!
….. Devran döndü ışıdı içindeki tüm renkler
…….Dikkatime takıldı şu çarpıcı gerçekler!
Anlayışı kıt olan kıtlığını bilseydi
Seyrangâhlı bahçemiz, lâbirente dönmezdi
Fitne fesat düzenin nefesi kesilseydi
Sâfi gülen gözlerin tebessümü sönmezdi.
……İnsanım deme sakın barikat ören adam!
……En alçak mertebedir sana münasip yaşam!
Azgın kızgın suratlar, kulağıma dolarken
Gitmiyor başucumdan uğultulu dumanlar!
Sevgimin tebessümü yüreğime dolarken
Kaç maskeye sığınmış, benden ikbâl umanlar!
……Kördüğümlü zamanda, efkârı benden sağan
……Hayatın kuvvetinden, hayâlim daha yaman!
Çirkinliği yok eden, YARATAN’ın ismi ki;
Yedi rengin içinde yaşam güzel değil mi?
Yürüyün yılgın başlar, başka yol mu kalmadı?
EN SANAT eserinde seyret gitsin hayatı!
ASUMAN SOYDAN ATASAYAR
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)