VURDUM GÖZÜNDEN TURNAYI
‘Söz gümüşse sükut altındır’ düsturuyla pek çok düşünceler, yaşanmışlıklar, sırra kadem basıyor, toprak oluyor susmalarımız yüzünden.
Çelişki dolu özlüsözlerle ne yapacağımı şaşırarak, çakılıp kalıyorum yerime .”Susma susarsan sıra sana gelecek!” sözü ne peki?
Hangisi doğru Allahım?
Orta yol “peygamber yolu” diyor ama hep kenarlarda geziyoruz nedense? Birisi “sus” derken öteki “konuş” diyor. Birisi “ağla” derken öteki “gül” diyor. Birisi “sırrını verme dostuna ,dostunun dostu” vardır derken diğer biri ; “herkesi dost bil,herkesi arkadaş, sorunların kalmasın içinde,herkesle paylaş”diyor.
Konuşursan gıybet yaparsın
Konuşmazsan enayi veya aptal zannedilirsin.
Konuşursan çenesiz olabilirsin
Konuşmazsan zavallı olabilirsin.
Ne zaman susmalı,ne zaman konuşmalıyız? Bunu bilmediğimiz için toplum olarak her şeyi karıştırıyoruz. Ya ifrat ya tefrit içinde geçiyor davranışlarımız.
Susmanın her zaman faydalı olmayacağı kanaatiyle yaşadığım bazı gerçekleri anlatıp,düşüncelerimi,yaşadıklarımı paylaşmak istiyorum bazen. İyi de nasıl paylaşırım, nasıl yazarım? Sonra ne olur kim bilir! !
“Söylersem öldürürler
Söylemezsem öldüm” diyen türkümüzde ne güzel anlatılmış bu yara.
Ayıp,günah,hatır,gönül elimizi ayağımızı bağlıyor…
Ya filan duyarsa! ya üzülürse !
Sen onun yüzünden üzüldün ama kendini niye düşünmüyorsun? diyorum kendime…
-Ama o sensin…sen her kahrı çekersin…sen affeder unutursun…ya onların canı çok yanarsa…çok üzülüp utanırlarsa yaptıklarından…buna nasıl katlanırım? Aman yok yok ,boş ver …yazıp napcam! Kalsın içimde kaldığı yerde…
-Onlar senin yüzüne pat pat konuşup,yapıp,edip seni üzerken aklın nerdeydi,neden sustun,farketmemiş davrandın, gülmüş gibi yapıp ödüllendirdin de onları sonra da geceler boyu üzüldün… şimdi de yazmak istiyorsun. Yok öyle yağma…sıcağı sıcağına problemini çözseydin…şimdi sür eşşeğini Niğde’ye arkadaş. Sus ve otur!
-Şair korkak olmamalı,şairleri susan milletin akibetinden korkulurmuş.Bildiğini yazmalı…meli…malı…
-Ama insanların üzülmesinden, özellikle sevdiklerinin üzülmesinden çok korkar şair.
-Bu çelişkiyi ne yapmalı şimdi?
-Orta yolu arıyordum ne zamandır. Gülmekle ağlamak arasında ne var? Gözlerin dalgın bakarken ağzını gülme pozisyonuna getirmek
-Susmakla konuşmak arasında ne var peki? Konuşur gibi yapmak,fısıldamak!
Yani kendinle konuşmak!
Ay ne güzeeeel!
Oh! Nihayet buldum!!!
Vurdum gözünden turnayı! Çok mutluyummm!Çooookk!
VURDUM GÖZÜNDEN TURNAYI (gülce-bahçe)
Yeri yok bende
Neyime servet şöhret?
Hesap,cüzdan ve buna benzer
Muradımda yer almadı mücevher
Neyin peşindeyim bir bilseniz ben neyin?
İzine rastlayan var mı, dosta benzeyen şeyin?
*****
Şekva bile edemem
Neyime gerek!
Sağa tükürsem yasak
-Aman sakın ha!
Sola tükürsem ayıp
-Ne derler sana?
Yukarıda bıyık var
-En büyük bela…
Aşağıdaysa sakal
-Yer oynar sonra!
En iyisi tükrüğüm
Sabırdan güç al
Sen çıkma içimde kal!
İşte böyle hal…
Dört yanımı bekliyor
Refahım için
Kuzu postunda çakal!
****
Ya ben deliyim, ya bunlar biraz kaçık
Çocuk olanlar, büyümez mi azıcık?
Her dönemeçte tak ediyor canıma
Kalabalıklar içindeki yalnızlık!
Olmalı bir yolu
Çıkmayan candan kesilmez ümit
Durma,ara, gel ve git!
***
Buldum! Buldum nihayet buldum dostun izini
“Kendikendim” isminde, ruhumun ikizini
Vurdum ben de sonunda kaderin ensesine
Umurunda mı sanki, yansam onun nesine?
Azat ettim tekliği, hüzünler ülkesine
Buldum buldum nihayet, buldum dostun izini!
Bastım şarlatan gamın inatçı nefesine
“Çık artık benden! ” dedim sonuncu keresine
Oturttum eni konu gönlümün kafesine
“Kendikendim” isimli ruhumun ikizini…!
****
Arandım durdum da yıllar yılı
En son çektim ok ile yayı
Vurdum gözünden turnayı
Çabam boşa çıkmadı
Yakaladım ben de
En güzel avı!
(Bu bahçede tekil,gülce,buluşma,triyolemsi,üçgen kullanılmıştır)
10.10.2010Asuman Soydan Atasayar
Yüreğine,kişiliğine çok değer verdiğim dostum,arkadaşım Zübeyde Gökbulut bu şiirimi okuyunca “ÇOCUK OLMADIĞIMIZA GÖRE ? ? ? ?” diye esprili bir yaklaşımla sormuş bana. Dost olduğunun bilincinde olarak, bu sözlerimin kendisiyle ilgisinin olmadığını bilerek, muzip kişiliğinin yansımasıyla böyle sormuş. Ben de onun güzel yüreğine izah getirmek amacıyla aşağıdaki açıklamayı yapmıştım.
Hani atsan atılmaz, satsan satılmaz ilişkiler vardır, kızılcık şerbeti diye içilir
Hani senin iki kelime etmene fırsat vermeden, saatlerce kendini dinletir,
Hani sen “a” demeye fırsat ararken senden önce z’ yi alıp götürür
Kötekten beterdir ikramı, zulümden beter sevgisi, her işi emrivaki
Vardır ya dost adı altında, ömür bitiren, akıl yitirten, isbat edilemeyen
İşte onlaradır sessiz çığlığımın kağıda düşen yansıması cannn….
Gerçek dostlarımı tenzih ederim. Onlar hep uzaktı/ talar sen gibi…. Asuman Soydan
25 Ekim 2010 Pazartesi
19 Ekim 2010 Salı
6.KAPADOKYA ŞİİR FESTİVALİ (gezi)


ALTINCI KAPADOKYA ŞİİR ŞÖLENİ’NİN ARDINDAN
(23-26.09.2010)
Sabahın ilk ışıkları uyanırken varmıştık Nevşehir’e. On üç saatlik yoldan gelmiş olmanın bitkinliği olsa da, mis gibi içi şifa dolu Anadolu havasını soluyunca dipdiri olmuştum. Turistik bölgemiz Kapadokya’nın Başkenti konumunda olan Nevşehir Otogarı’nın yeni, modern, bakımlı ve temiz oluşu da güneşle birlikte ilk yüzümüzü güldüreni olmuştu.
Altı gündür Kuşadası’nda Öğretmen Şükran Günay Ablamın misafiri olarak Ege bölgemizin güzelliklerini gezmiştim. Onun dost, misafirperver, sıcak yüreği gibiydi Kuşadası. Havasıyla, suyuyla muhteşem manzarasıyla Ege’mizin inci tanelerinden biriydi. Abla kardeş ilişkisi içinde Kuşadası’nda geçen altı günlük misafirliğimin ardından, birlikte Kapadokya Şiir Şölenine davetli olarak katılmak üzere yola çıkmıştık. Merkezi Avrupa’da olan Kapadokyalılar Kültür Derneği tarafından organize edilen şölen için bizi almaya gelen dernek başkanı Mümün Uluç Bey’in arabasıyla otelimize geldik… Gelirken en az kırk yerde durarak şölen için davetiye dağıtan Mümün Bey’in canhıraş gayretleri dikkatime takılmıştı. Şükran Abla’nın ondan içtenlikle kardeşim diye bahsetmekteki haklılığını ilerleyen saat ve günlerde daha iyi anlamıştım. Hem davetiye dağıtıyor hem bize şehri gezdiriyordu. Nevşehir adı üstünde düzenli ve yeni bir şehirdi gerçekten. Ülkemizin her yöresi bir başka ama bazı yerlerimiz var ki, bambaşka. İşte bambaşka yerlerimizden biri de Kapadokya’mız tabiî ki. Daha önce de buraları gezme şansım olmuştu ama bu gelişimizde daha teferruatlı gezeceğimizi biliyorduk. Programdan bir gün önce gittiğimiz için birkaç saat Nevşehir’in ana caddesinde birkaç arkadaşla birlikte hem dolaştık, hem esnaflara davetiye dağıttık.
İlerleyen saatlerde programa davetli olan şiir üstatları her biri Türkiye’nin çeşitli yerlerinden teker teker gelmeye başlamıştı. İnternetten tanıdığım ama yüz yüze ilk defa tanıma şerefine erdiğim isimler vardı içimizde. Bunların başında Gülce Edebiyat Akımı’nın kurucusu olan Değerli Hocamız Mustafa Ceylan Bey geliyordu. Aylardan beri internette Antoloji sitesinde ekip çalışması yaptığımız için onunla yüz yüze tanışmak önemliydi benim için. İnternet ortamında üzerimde bıraktığı dürüst, güven veren, samimi kişilik intibaından hiçbir şey kaybetmedim tanıştıktan sonra da. Gülce çalışmalarımızın kritiğini yapma imkanımız oldu zaman zaman.
Yine iki yıl önce internette şiirlerimi yayınladıktan sonra şiirlerime ilk yorum yazan kişi özelliğiyle benim için önemi büyük olan hece şiirinin marka ismi Mehmet Nacar Hocamla tanışmak şerefine erdim. Onunla birlikte gelen bir değerli hece üstadı da Ahmet Ayazdı.
her biri birbirinden değerli şair arkadaşlarımla geçen her an değerliydi benim için.
Nevşehir Valiliğinin ve Kapadokyalı işadamlarının sponsorluğunda gerçekleştirilen Kapadokya Şiir Etkinliği üç gün dolu dolu bir program içinde gerçekleştirildi. Öyle bir program ki, gün boyu biri bitiyor diğeri başlıyor, her biri birbirinden zevkli ve verimli. Katılımcılar sıcak, sunucu ve yöneticimiz olağanüstüydü… Nevşehir Gül Bahçesinde toplanan şairlerin tanışma, kaynaşma gibi bir dertleri pek yoktu. Hasret gideriyorlardı sadece. Hemen hepsi birbirini tanıyordu zaten birkaç istisna dışında. En az tanıdıkları belki de bendim. Samsundan katılan Cevahir Kul ile iki günde canciğer olmuştuk. Samimi ve esprili kişiliği sayesinde bol bol kahkaha atarak hoş saatler yaşadık. Şükran Abla, Cevahir ve Ben hem aynı odayı paylaştık hem kaynaştık tam anlamıyla. Bir dost daha kazanmıştım yani.
Avrupalı Türkler Türk Dünyası ile Türkçe şiir şölenlerinde bir araya geldiler üç gün boyunca.
Nevşehir Üniversitesi’nde, Rektör Filiz Kılıç’ın da katılımıyla “Avrupa’da Göçün 50. yılı “ konulu çok güzel bir panel gerçekleştirildi .
Kapadokya Kültür Derneği ve Avrupa Nevşehirliler Platformu Başkanı Mumin Uluç'un başkanlığında gerçekleştirilen panele, Şair-Yazar Yavuz Nüfel, Şair -Yazar Ozan Yusuf Polatoğlu, İş Adamı Gürkan Yıldırım, Şair Hüsamettin Darıcı, Şair-Yazar Şükran Günay, Şair-Yazar Aslan Bayır, Şair-Yazar Sabit İnce panelist olarak katıldılar.
Avrupa’da yaşayan Türkler, sorunlarını anlatışlarının ardından hepsinde de ortak olarak gözlemlediğim bir yön vardı ki; hepsi de bizden daha çok bizi yani ülkemizi seviyorlardı.
Panelistlerin arasında Hollanda’dan katılan Yavuz Nufel anlatılmakla özellikleri sığdırılmaz bir kişilik ve sanatçı kimliği olan bir şairdi. “Hiç” mahlasını kolyesinden, yüzüğünden okursunuz. Kendine has uslup ve tarz ile şiirlerini yorumlamasıyla tüm programlara renk katan sanatçı bir kimlikti.
Dernek başkan yardımcısı olan Şenol Bilgin kardeşimin samimi,içten davranışları unutulmazlardandı…
Yine aynı sıcakkanlılıkta olan Almanya’da gencecik başarılı bir işadamımız vardı Bünyamin Varol. İsinlerini daha hatırlayamadığım pek çok dost yüreklilerle geçti üç günümüz…
Kültürümüzü, sanatımızı,bölgemizi,Türkiye’mizi Uluslararası Platformlarda tanıtarak eğitime,spora ve yardımlaşmaya destek sağlamak amacı ile Kapadokya Kültür Derneği Başkanı Almanya’da yaptıklarını anlatırken dinleyenlerin göğsü kabararak izlediklerini, her birinin tebessümlerini gözlemliyordum.
Panelin ardından vali, milli eğitim müdürü ve emniyet müdürü ziyaretlerimiz oldu. Valimizin bizim için çok güzel bir mekân olan Polisevinde verdiği yemeğin ardından Gül Bahçesi’nde ki şiir şölenimize katılışı memnuniyetleri artırdı doğal olarak. Protokolün göz alıcı olması ve programın sonuna kadar ayrılmamaları takdire şayandı gerçekten. Salondan bizimle birlikte ayrılan bir protokol, devlet erkânı vardı orada. Gözlerine bakarak şiir okumak, ellerinden plâket ve madalya almak, Kapadokyalı’nın sanata ve edebiyatımıza verdiği önemi görmek mutlu etti bizleri. Nevşehirli iki şair olan Nedim Uçar’ın 50. ve Sabit İnce’nin 40. sanat yıldönümlerini de kutlamak için yaptırılan pastaların yenilmesi, ödül, madalya ve plaketlerin verilmesinden sonra hep birlikte otelimize geldik.
BALON VE GÖREME GEZİSİ
Otel lobisinde ertesi sabah balona binecek olan on altı kişi için çekiliş yapılacaktı. Otuza yakın şair içinden bakalım ben çıkacak mıyım diye heyecanla beklerken pek çoğunun binmek istememesi üzerine çekilişe lüzum kalmadan on altı kişilik ekip belirlenmişti bile.
Sabahleyin erkenden sıcak hava balonuna binecek olan gurubu Anatolia Balon şirketinin gönderdiği minibüsle tesis alanına götürüldük. Onlarca balonun kimi iniyor kimi kalkıyordu. Gökyüzünde müthiş bir balon trafiği vardı. Cıvıl cıvıl, çocuk heyecanı sarıyordu içimizi. Seyyar çadırdan ikram edilen çay ve bisküvilerimizi yedikten sonra teker teker bindik bize tahsis edilen balonumuza. Binilen yer dört gözlü bir sepetti. Birilerinin yardımıyla biniliyor ve her gözüne dörder kişi binebiliyordu sadece. Sepetin tam orta yerinde Pilot ayakta balonun yükselip alçalmasını sağlayan alevi kumanda ediyordu. Sepete bininceye kadar sabahın ilk saatleri olmasından dolayı soğuktan titriyorduk arkadaşlarla. Arkadaşım Cevahir Betül’e “Eyvah yukarılarda kim bilir nasıl donacağız” diyordum ama uçma zevkinden de asla vazgeçemiyordum. Sepetin içine biner binmez balonda yükselen alevin ısısı keyfimi tam yerine getirmişti. Yavaş yavaş yükselirken göklere yeryüzü ayağımızın altından kayıyor ve varlıklar gitgide küçülüyordu. Sabahın başladığı bu saatlerde doğa harikalarına ilk güneş ışıklarının vuruşu hakikaten görülmeye değerdi. Hele de onları kuş bakışı seyretmek apayrı bir haz verdi bana. Bin metrenin çok üzerinde yükselmiştik. Dağlar küçülmüş, yollar iplik gibi kıvrılıyordu. Üzüm bağları , alçalıp yükselen vadiler, peribacaları, tepeler inanılmaz güzellikte, ışıl ışıl gülüyorlardı bize…Harika diyarı,harika bir gurupla şiirler okuyarak,kamera ve fotoğraflar çekerek, kahkaha ve tebessümlerle gezimizi nasıl bitirdiğimizi bilemedik. Elli dakika süren çıkış ve inişimiz öyle yumuşak oldu ki en küçük bir sarsıntı duymadık O yüzden pilotumuzu alkışladık. Başarılı bir uçuştu gerçekten. Bir kamyonetin sırtına indirilen balonumuzdan çıktığımızda bizi üzüm bağlarının ortasında bir masada yaş günü pastası bekliyordu. Akşamki kutlamanın tekrarıydı yine. Nedim Uçar ve Sabit İnce gibi edebiyatımıza ömür vermiş ustaların sanat yıldönümlerini burada da kutladık. Üzüm bağında yaş pastamız, içeceklerimiz ve neşemiz yerindeydi gerçekten.
Balon gezisini başarıyla tamamlayan ekibimizle balon şirketi yetkililerinin elinden uçuş sertifikası ve hediyeler alarak daha da mutlandık.
Balona binmeyerek uyumayı tercih eden arkadaşlarımızı öğlene doğru otelden alarak-güzel bir yemekten sonra- Göreme gezisine çıktık. “Göreme” ismi herhalde bir bedduadan geliyor kanımca. “Göremeyesin” der gibi. Çünkü buraları gezip görmek bir ayrıcalıktır… Hayalet diyarına örnek için yaratılmış belki de buralar. Peri bacalarından başka kafalarına beyaz örtü geçirerek dolaşan binlerce hayalet ordusuna benziyordu kayaların bazıları. İlginç kaya şekilleri arasına yapılmış evlere rastlıyoruz sık sık. Yeşilin Y’ sine rastlayınca daha da bir hoş oluyoruz tabiî ki. Boz renkli vadiler içindeki sayısız peri bacaları, gizemli hisler uyandırıyor insanda.
Kapadokya, Pers dilinde “Güzel Atlar Ülkesi” anlamına geliyormuş. Bölge 60 milyon yıl önce; Erciyes, Hasandağı ve Güllüdağ’ın püskürttüğü lav ve küllerin oluşturduğu yumuşak tabakaların milyonlarca yıl boyunca yağmur ve rüzgar tarafından aşındırılmasıyla ortaya çıkmış
Coğrafik doğa olayları bu bölgede peribacalarını oluşturmuş ve tarihi süreçte, insanlar da, bu peribacalarının içlerine ev, kilise oymuş, fresklerle süsleyerek, binlerce yıllık yaşlı medeniyetlerin izlerini günümüze taşımıştır
Hititler'in bu topraklarda yaşamalarının ardından Hıristiyanlar için kayalara oyulan evler, kiliseler bölgeyi devasa bir sığınak haline getirmiş.. . Kapadokya jeomorfolojik özelliklerinden dolayı keşiş ve rahipler için uygun bir inziva ve ibadet yeri olmuş.. Kapadokya bölgesi, doğanın ve tarihin dünyada en güzel bütünleştiği yer olduğu için gururla geziyorduk...
Bölge hakkında bilgileri toplayarak tamamladığımız Göreme gezimizin akabinde Sos Restoranın güzel manzarası eşliğinde öğlen yemeğimizi yedik. Harika lor peyniri, yöresel ekmek, taze mayalanmış yoğurt, pekmez, üzüm hepsi oranın yerli mahsulü ve organik olması muhtemel olduğu için aç kurt gibi saldırmıştım hepsine. Hele üzümünün tadı hiçbir yerde yemediğim kadar lezzetliydi. Restoranın alt bölümünde tarihi bir zeminde müze ve resim sergisi vardı. Sergi gezisinden sonra Nevşehir Ticaret Borsasında şiir şöleni yapıldı Değerli şairlerimizin enfes şiirlerini dinledikten sonra hep birlikte otobüsümüze binerek ver elini Aksaray…
AKSARAY ŞÖLENİ VE İSTANBUL
Yaklaşık bir saatlik yolculuktan sonra Aksaray Kültür Derneği Başkanının eşliğinde Aksaray’ın Eğri Minaresi, Ulu Camisi, Somuncu Babası ziyaretleri sırasında şehri de geziyoruz. Düzenli ve gelişmekte olan hoş bir şehir olarak belleğimize yazılan Aksaray’da son durağımız , Aksaray'ın tarihi dokuya sahip en gözde mekânı olan Taş Saray Restoran oldu.
Görülmeye değecek kadar güzel bir yapısı olan Taş Saray’da yemeklerimizi yedikten sonra şiir şölenimizi gerçekleştirdik. Aksaray Belediyesinin ve partilerin ileri gelenleriyle,halkıyla güzel bir katılımın olması, saz sanatçılarının, şiir ustalarının sunumları harikaydı ama Rasim Köroğlu ustanın ezberinden okuduğu hicivli şiirleri ve anıları gülmekten kırdı geçirdi bizi. Plaket ve hediyelerin verilmesi, pasta kesilip dağıtılması, hatıra fotoğraflarının çekilmesi gecenin diğer renk veren unsurlarıydı. Tabi tüm sunumları harika hitabeti ve munis davranışlarıyla gönlümüzde taht kuran güler yüzlü organizasyon başkanımız Mümün Bey sundu tümünü de. Hem gezilerimizin rehberi, hem gecelerimizin sunucusu, hem de hepimizin sevecen dostuydu Mümün Uluç Bey. Ülkesine olan sevdasıyla yorulmak bilmeyen performansına hayran bıraktı hepimizi. Ülkemizin böyle değerli bir evlada sahip olması büyük şans. Bilen oluyorsa kıymetini.
Aksaray Etkinliğimiz gecenin geç saatlerinde tamamlandıktan sonra otobüsümüze binerek Nevşehir’e dönüşümüzde hayli bitkin ve yorgunduk.Ama harika bir gün yaşamanın tatlı rehaveti çökerken gözlerimize eminim herkes mutluydu.
Ve ertesi sabah otelimizden İstanbul yolculuğumuz başladı. Bir minibüs dolusu tıklım tıklım eşyalarımız ve biz. Yaklaşık on altı kişilik şair gurubu ile önce Tuz gölü tesislerinde mola verdik. Tuz gölünün bembeyaz manzarasında çıplak ayaklarımızla yaptığımız yürüyüşün hazzını çekilen resimlerimizle kalıcı hale getirdik tabiî ki.
İstanbul’ a saat altıdan evvel varabilmek için kısa kısa molalarla, kliması olmayan minibüsümüzde terler akıtarak yolculuk yaptık. Sıcağı seven birisi olarak beni pek rahatsız etmeyen yolculuğumuz zahmetli olsa da dost meclisinin zahmeti, külfet gelmezmiş insana.
Hepimiz için öyle oldu ve biraz geç olsa da nihayet yetiştik. Kapadokya şiir Şöleninin üçüncü ayağı olan İstanbul Bahçelievler’de Necip Fazıl Kültür Merkezinde gerçekleştirdik şölenimizi. Ama burada İstanbullu şairlerimizden başka izleyicimiz olmasa da güzel, kaliteli bir şiir bir gecesiydi...Kaliteli şairlerden kaliteli şiirler dinledik. Ardından plaket ve pasta kesilmesi, hatıra fotoğrafları çekilmesiyle noktalamıştık muhteşem şölenimizi. Hepimiz yorgunluktan dökülüyorduk ama mutluyduk. Çok değerli arkadaşlarımla gecenin geç bir saatinde vedalaşıp evime döndüm beni almaya gelen ailemle birlikte.
Katılımcı arkadaşlarımızın ve dernek yöneticilerinin performansı inanılmaz güzeldi, dostaneydi, sıcaktı. Bu güzelliği yaşattıranlara sonsuz selamlarımı gönderirken daha nicelerinin nasip olmasını diliyorum. Hepsini ayrı ayrı kutluyorum.
Asuman Soydan Atasayar
KAPADOKYA’DA GEZERSEN (gülce-buluşma)
Doğa harikası denince,
Mavi ve yeşil değilmiş tek şart, gelin de görün!
Boz kayadan da cennet olurmuş meğer
İlginizi bu yana da döndürün!
Hayretten dalarsınız, dönmek ne mümkün geri
Avanos, Göreme, Ürgüp çekim alanı sanki
Fantastik yaşam için biçilmiş kaftan
Öyle bir manzara ki dantel oyası gibi
Coğrafya gergefinde medeniyet ocağı
Sevda ile dokunmuş Anadolu Toprağı
Müstesna bir güzellik, hayranlığa müptela
Nazlı ve zarif diyar, büyülü Kapadokya!
Etilerden Selçuklu’ya, Osmanlı’ya
Ne ararsan bulursun tarih desen bir başka
Adım başı iz taşır toprağı baştanbaşa
Yücelmiş ruhlar yatar elleri hep duada
Olmasa da mavi deniz, yeşil nehir
Kıraç toprakta esen rüzgârları pek mâhir
Kayalardan damlıyor rüzgârın alın teri
Ruhları efsunluyor her kapıda bir peri
Boz rengine değince güneşin ilk ışığı
Gülümser gülümsetir, cezp ederek aşığı
Ustasında bin hüner, tek maddesi ham kaya
Her karışı şaheser doğuran Kapadokya
Eşsiz Anadolu’ma yakışıyor bu ahenk
Benzeri görülmemiş yeryüzünde tek örnek
Turizmin cennetinde en nadide bir köşe
Selamlıyor sizleri rüya şehri rengârenk
Asma dallarından kara üzüm habbesi
Sunarken şifalı lezzetini
Ruhu saran hava, öyle hoş ve latif ki!
Kloş etek giymiş dağlarıyla taşları
Saygı duruşunda sanki perili bacaları
Kanadını takarak
Uç üzerinde uç biraz!
Titresin bırak yüreğin,
Göklere vuruncaya değin
Dehşetten gözlerin açılacak
Yeryüzünde sergi var sanılacak…!
02.10.2010-İstanbul-Asuman Soydan Atasayar
7 Haziran 2010 Pazartesi
4.BORABOY ŞİİR ŞENLİĞİNİN ARDINDAN
4.BORABOY ŞENLİĞİNE DE NASİP OLDU YOLUM
Mayıs-2010 tarihinde dördüncü kez düzenlenen Boraboy Şiir Şenliği büyük bir coşku içinde gerçekleştirildi.
Antoloji. Com internet sitesinin değerli bir grubunun mensubu olmamdan dolayı bu güzel organizasyona katılma şansını yakalamış bulunuyorum. Yeşilırmak grubu’nun başkanı ve aynı zamanda Taşova Milli Eğitim Müdürü olan Ali Rıza Atasoy’un ve yönetim kadrosundaki Ömer Celep, Fesih Aktaş, Sercan Taş ve İbrahim Malkoç gibi değerli hocalarımızın gayretleriyle dördüncü kez düzenlenen şiir şöleni, davetlilerine iki unutulmaz gün daha yaşattılar.
Bu güzel organizasyona şair sıfatıyla ikinci kez katılmanın hazzını yaşıyorum. Gördüğüm, yaşadığım, hissettiğim güzellikleri anlatmak amacıyla kalemime sarılırken layıkıyla aktaramamanın acziyeti içindeyim. Hem görsel olarak hem de duygu olarak üst boyutta olmak hakikaten yazmakta aciz bırakıyor insanı.
Geçen yıldan tadı damağımda kalan Amasya’nın şirin ruhunu bu vesile ile bir kez daha hissettim ve yaşadım şükür olsun. Ülkemizin nadide bir diyarı olan Amasya’nın her bir beldesi ayrı güzellik ve özellikte olduğu gibi içinde yaşatılan dost duygularının da aynı boyutta olduğunun bir şahidi olarak gönül rahatlığıyla söyleyebilirim ki; herkes yolunu bir kez bu topraklara çevirmeli bence.
İlk günümüz, Taşova Öğretmen Evinin Bahçesinde Ülkemizin dört bir yanından gelen şair arkadaşlarımızla yeniden karşılaşmanın coşku ve heyecanıyla ve aramıza yeni katılan isimlerle de tanışma faslının ardından toplu olarak Taşova çarsısında ve Yeşilırmak kıyısında zevkli bir yürüyüş yaptık. Taşova esnafının şairlere verdiği değer çok güzeldi. Önünden geçtiğimiz her bir dükkan sahibinin imkanları dahilinde ikramlar yapmaya çalışması takdire şayandı doğrusu. Birisi kasayla sunduğu kirazlarıyla diğeri en büyüklerinden seçtiği karpuzlarıyla bir diğeri meyve sularıyla yüreklerini anlatmaya çalışıyordu.
Öğretmen evinin yemekhanesinde bize sunulan akşam yemeği sırasında monütörden geçen yılki şölenin görüntülerinin yayınlanması ayrı bir zevk kattı yemeğimize. Görüntülerle katılımcılara nostalji yaşatmayı düşünen kişinin değerli başkanımız olduğunu öğrendim..
Yemekten sonra bahçede düzenlenen L şeklindeki uzun masalar etrafına yerleşen misafirlere Burhanettin Akdağ Beyefendi udu ve sesiyle çok hoş Türk sanat Müziği ziyafeti sundu. Çay ve meyve ikramıyla, dost sohbetlerinin latif duygularıyla geçirdiğimiz gecenin geç saatlerinde bize ayrılan odalarımızda dinlendikten sonra sabahleyin hep birlikte Şahin Yaylasına doğru hareket ettik. Otobüs ve özel araçlarla oluşturduğumuz konvoy, mis gibi dağ kokuları ve eşsiz manzaralar arasında bizi Şahin Yaylasında küçücük bir gölet üzerinde bulunan ahşap iskelede hazırlanan kahvaltıya ulaştırmıştı. Harika manzara eşliğinde iştaha ile kahvaltımızı yapıp resimler çekildik ama hepimizin içinde bir kırıklık ve mahzunluk vardı. Çünkü; geçen yıl bizi bin bir zevk ve heyecanla ağırlayan, iyi bir sanat ve doğa dostu olan Esençay Belediye Başkanı İlhan Arduç Bey menfur bir saldırı sonucu geçen aylarda hayatını kaybettiği için yoktu aramızda. Yeni Başkanımız evsahipliği ediyordu onun yerine. Esençay’lı arkadaşımız ve yöneticimiz olan Müzeyyen Keskin’in İlhan Bey için yazdığı şiirini okurken duygulu anlar yaşaması hepimizin gözlerini yaşarttı. Ali Rıza Hocamızın da merhum başkanla ilgili anılarını anlatarak yaptığı konuşmanın ardından toplu olarak göl kenarında kısa bir yürüyüş yaptık. Bu doğa yürüyüşü eminim ruhen ve bedenen sağlık kazandırmıştır hepimize. Ardından toplu olarak İlhan Arduç Bey’in mezarını ziyaret ederek dualarımızı gönderdik.
Öğle saatlerine doğru aynı konvoy bizi İki dağ arasında yer alan eşsiz manzaralı Boraboy Gölünün kenarındaki tesiste yapılacak olan şölen yerine götürdü. Rakımı oldukça yüksek olan bu göl bir krater gölü olma özelliğini taşıyor. Yemyeşil ağaçlarla kaplı olan dağların arasında inanılmaz bir güzellik arz ediyordu bakmasını bilen gözlere. Dağların ve güneşin yansımasıyla oluşan manzara şölen alanının arka fonuydu. Ay yıldızlı bayrağımız göle nazır bir ağacın üzerinde huşu ile dalgalanıyordu.
Göl manzarasına sahip olan tesis yemekhanesinde öğle yemeklerimizi yedikten sonra bahçesinde bizim için hazırlanan bölümde yerimizi alarak şölene iştirak ettik. Güneş mevsim sıcaklığının üzerinde seyrediyordu. Manzarayı renklendirirken bazı kişilerin tahammüllerini azaltmıştı ama bana göre oldukça hoştu.
Şölene Amasya Milletvekili Dr.Avni Erdemir, Vali Yardımcısı Ali Aslantaş, Taşova Kaymakamı İbrahim Halil Şıvgan, İl Milli Eğitim Müdürü Necati Akkurt ve çevre illerden gelen milli eğitim müdürleri, belediye başkanları, hastane ve okul müdürleri, bazı öğretmen, öğrenci ve izleyiciler de katıldılar. Çamlıdere Doğa Dostları Derneği Başkanı ve Sabah Gazetesi Spor Yazarı Ali Öcal, İlesam Başkanı Mehmet Nuri Parmaksız, İlesam Kadın Kolları Başkanı İlter Yeşilay, Kayseri Şairler ve Yazarlar Birliği Başkanı ve Çıngı dergisi genel yayın yönetmeni Süleyman Karacabey, Kültür Çağlayanı dergisi genel koordinatörü İbrahim İmer, Kültür Bakanlığı mahalli halk müziği sanatçısı Amasyalı bestekar Burhan Özbakır, Amasya Elit Sanat dergisinden Yavuz Çetin, Karabük Ekspres gazetesinden şair yazar İsmail Arslan gibi isimlerin de yer aldığı elliye yakın şair arkadaşımız ile harika bir şölendi.
Sunuculuğunu her zamanki usta performansıyla tamamlayan Amasya Lisesi Türkçe Öğretmeni Sercan Taş Kardeşimiz hepimizin takdirini topladı. Protokol konuşmaları ve bir grup İlk okul çocuğunun başarıyla sunduğu konserin ardından her şaire birer şiir okuma fırsatı verildi. Güneşin yakıcı ışıkları zaman zaman dinleyicileri gölge yerlere kaçırttıysa da büyük bir mutluluk yaşandığını gözlemledim. Program sonunda kapanış konuşmasıyla gelecek yıl için tekrarının sözünü veren Ali Rıza Bey’in şiir ve dost ortamından aldığı keyf, yorgun yüzünden bile okunuyordu.
Akşam üzeri vedalaşma sahneleri doğal olarak hüzünlüydü…Yeniden buluşma dilek ve dualarıyla ayrıldık arkadaşlarımızdan, ardımızda cennetten çalınmış iki gün bırakarak…
Emeği geçen herkese taktir,teşekkür ve dualarımı gönderiyorum. Sevgiler, şiirler her daim çağlasın ülkemizin her köşesinde.
06.06.2010-İstanbul-ASUMAN SOYDAN ATASAYAR
VEFALISIN BORABOY
Sıcak ruhlu bu şehrin, zümrüt yeşil gerdanı
Çağırdı gönlü ile Amasya’nın dost yanı
Dört bir yandan gelindi; bir vesile fırsatta
Sarı, mor, yeşil vadi; güller açtı her katta
Kalemime sığmayan arşa değen değerler,
Bekliyordu bizleri bıraktığımız yerler!
Kıvrım kıvrım yolların nadide diyarında
Şair,şiir şenlendi Yeşilırmak bağrında
Kucaklaşan dostluklar ısıtırken evreni
Taşova sevindirdi meşke değer vereni
Renkli tebessüm çekti gözümün dikkatini
Ezeli rahmet eli, resmetti şefkatini
Esençay’dan geçince ver elini Boraboy!
Nasibin tekrarında çekti beni Boraboy!
Mavi atlas, ılık göl; paylaşırken güneşi
Böyle bir yansımanın yoktu menendi, eşi
İki şahane günde, sağım solum gülen yüz
Dert tasa bırakmadı şiir olup düşen söz
Selamladı bizleri ay yıldızlı Boraboy!
Kabul olan duanın tekrarıydı Boraboy!
Sevgiler var oldukça hayat her daim şiir
Duygu coşturan yerde, güzellikler gelişir!
Vefalısın Boraboy, dostlukların diyarı!
Yine dua bıraktım, kabul olsun tekrarı!
05.06.2010- İstanbul-ASUMAN SOYDAN ATASAYAR
17 Mayıs 2010 Pazartesi
KATILDIĞIM İLK ŞİİR ŞÖLENİ-BORABOY (anı)

İnternette şiir edebiyat sitelerini bir rastlantı sonucu bulmuştum. Düşümde görmediğimi koynumda bulmuş gibi bir şey bu. Yıllardır yazıp sakladığım, paylaşacak kimseyi bulamadığım şiirlerimi artık yayınlıyor, ve okunduğunu görüyordum. Kıymetini bilen için büyük bir şans bu. Hele de hanımlar için.
Antoloji sitesine kaydolduktan bir kaç ay geçmişti bir gün şiirlerini hayranlıkla okuduğum Taşova Milli Eğitim Müdürü Şair Ali Rıza Atasoy beni “Yeşilırmak Şiir Vadisi” adlı kendi gurubuna davet ettiğinde grup ana sayfasında toplu çekilmiş şairlerin resimleri dikkatimi çekmişti. Bu gruba üye olduktan sonra her paylaşımda o resimde bulunanlara imrenerek bakıyordum. Aralarında olmayı canı gönülden istiyordum ama nasıl? ...
2009-Nisan ayının sonuna doğru grup üyelerini üçüncüsü düzenlenecek olan Boraboy Şiir Şenliği’ne davet eden Ali Rıza Bey’in yazısını okuyunca müthiş bir heyecan kaplamıştı içimi. Pek çok guruba üye idim ama bu grupta beni çeken bir şey vardı. Grup girişindeki o resim beni içine çekiyordu nedense. Hiç düşünmeden şölene katılacaklar listesine ismimi yazdırmıştım. Mayıs ayının 22 ve 23’ ünde gerçekleşecek olan şölen gününü iple çekiyordum.
Son gününe kadar ev halkından gizlemiştim katılma kararımı. Hiç alışık olmadıkları bir durumdu çünkü. Katılan şairlerin içinde yüz yüze tanıdığım hiç kimse yoktu hepsi de sanal dostumdu. Ama içimden gelen sesin yardımıyla öylesine emindim ki onların tertemiz yüreklerinden.
Üniversite yıllarımda arkadaşlarımla yaptığımız gezilerin bir tekrarı hissi vardı içimde ve inanılmaz heyecanlıydım.
Evdekileri bir çeşit ikna etmiş şölenin bir gün öncesinden Ankara’ya kardeşime gitmiştim.
Aşti’nin önünde telefonlaşarak buluştuğum ve ilk defa tanıştığım Müzeyyen Hanım, Canan Hanım, Hüseyin Bacanak ve Ahmet Eroğlu yönetiminde bir grup şair arkadaşla birlikte bir minibüs kiralayarak Amasya-Taşova’ya doğru yol almaya başladık. Kırşehir’den yolculuğumuza katılan Hasan Ulusoy üstadı da aldıktan sonra çok değerli şair arkadaşlarımızla sohbetler yaparak, şiirler okuyarak neşeyle geçen beş saatlik yolculuğun ardından Taşova Öğretmen Evi’nin bahçesinde minibüsümüzden indiğimizde bizi karşılayan grup başkanımız Ali Rıza Bey ve diğer arkadaşlarımızı görünce antoloji sayfalarındaki resimlerinden tanımıştım bazılarını. İçlerinden beni de tanıyanlar olmuştu. Antolojide kanka olduğumuz Şemsettin Dervişoğlu, Değerli arkadaşlarım Ünal Kar, Başkanımız Ali Rıza Atasoy, Ömer Celep, Ümüt Güngör gibi isimleri görür görmez tanımıştım. Türkiye’nin dört bir yanından gelen elli kişilik çok değerli şairler topluluğuyla birlikte hoş bir tanışma merasimi ve grup başkanımız Ali Rıza Bey’in yaptığı konuşmanın ardından her birimizin yakasına önceden hazırlanan kimliğimizi belirten yazıyı klipsle tutturduğumuzda gülüyordum. “Ben de şair oldum” diye. İsmimin önünde, şair ünvânını görmek çok güzel bir payeydi benim için.
Akşam yemeğinden önce yönetim kadrosu eşliğinde tüm şair arkadaşlarla Taşova’nın içinde ve Yeşilırmak kıyısında akşam gezintisi yaptık. Dostane duyguların verdiği mutluluk hepimizin gözlerinden okunuyordu. Bizi izleyerek resim ve görüntülerimizi çeken görevlilere rağmen kendi özel kameralarımızla da o güzel toprakları hatıralarımıza görsel olarak kaydediyorduk. Yeşilırmak Nehri üzerinde kurulmuş bir köprü üzerinde güneş ışıklarının batış renkleri içinde toplu resimler çektirdik. Köprü; İstanbul Boğaz Köprüsü’nün küçültülmüş bir versiyonuydu adeta.
Taşova sokaklarında gezerken yol üzerinde akşam ekmeklerini yapan kadınların mis gibi ekmeklerinden sundukları ikramların tadı damağımızda kalarak öğretmen evine geldik. Topluca yenen akşam yemeğinin ardından Öğretmen evinin bahçesinde uzun masalar etrafında yerlerimizi aldık ve udi arkadaşımız Burhanettin Akdağ’ın Türk Sanat Müziği’nin eşsiz eserlerini sesi ve sazıyla icra edişini gecenin geç vaktine kadar zevkle, sürurla dinledik ikram edilen çay, meyve, çiğköfte eşliğinde. Öğretmen Evi Müdürü ve gurup yöneticilerimizden Ömer Celep Bey’in samimi ikramları ve fıkraları renk katmıştı gecemize. Vakit ilerledi diyerek odamıza çıkıyordum ki binanın içinde bir yerden saz ve türkü sesleri geliyordu. Sese doğru gittiğimde odanın birinde de halk müziği sevenler toplanmış Mustafa Zorla ile saz çalarak türkü icra ediyorlardı. Otantik döşenmiş odaya beni de çağıran arkadaşlarımı gözlerim kapanma aşamasına gelene kadar dinledim. Sabaha çok az kalmıştı ama hiç birimizin uykusu yoktu. Duygular coşmuş, sinerji oluşmuştu. İstemeden de olsa sabaha birkaç saat kala bize ayrılan odalarımıza giderek istirahata çekilmiştik.
Sabah hazırlanarak hep birlikte Şahin Yaylası’na doğru hareket ettik. Otobüs, minibüs, özel araçlarla kafile oluşturarak Şahin Yaylasına çıkarken gördüğümüz manzara müthişti gerçekten. Mayıs ayında olmanın artısıyla doğanın güzelliği ve içinde harika dostluk duygularının güzelliğiyle birlikte inanılmazdı her şey. Kıvrılan dağ yollarından döne döne manzaralar eşliğinde geldiğimizde küçük bir gölet üzerinde kurulmuş ahşap iskelede hazırlanan kahvaltı bizi bekliyordu. Her şeyiyle doğal, mis gibi koku ve lezzetiyle, göl ve yemyeşil dağ manzarası eşliğinde harika bir kahvaltı yapmıştık. Bu kadar güzel bir kahvaltı herkese nasip olmazdı diye düşünüyorum. Samimi misafirperverlikle sunulan kahvaltının ardından Taşova Milli Eğitim Müdürü ve Başkanımız olan Ali Rıza Bey ve organizasyon yöneticisi arkadaşlarımız ile Şimdi rahmetli olan Esençay Belediye Başkanı Sayın İlhan Arduç Bey’in konuşmalarını dinledik zevk ile. İlhan Arduç Bey konuşmasının arasında.” Sizleri buraya rüşvet vererek, para vererek cebren getirtemezdik. Ama siz öyle engin yüreklere sahipsiniz ki iki zeytin bir domatese geldiniz “ demesi gülüşmelere sahne olmuştu. Katılan şairler için hazırlatıp sunduğu katılım belgelerimizin ardından bu defa da Boraboy’a doğru yol aldık. Oldukça yüksek dağların, ormanların arasında yer alan bir krater gölü olan Boraboy Gölü’nün üzerinde kurulmuş hoş bir tesiste halk oyunu ekibinin oyunlarıyla karşılandık. Etrafı gezme ve resimler çektirme eylemlerinden sonra öğle yemeklerimizi göl manzaralı Göl Gazinosu’nda zevk içinde yedik. Etrafı yemyeşil dağlarla çevrili olan küçücük bu göle düşen dağın ve güneşin yansıması anlatılacak gibi değildi. İnanılmaz güzeldi.
Gazinonun bahçesinde muhteşem manzara önünde hazırlanmış olan şölen yerinde yerlerimize geçtikten sonra istiklal marşı ve saygı duruşunun ardından program sunumunu temiz yüzü ve kibarlığı ile dikkat çeken çiçeği burnunda Taşova Lisesi Türkçe öğretmeni Selcan Taş’ın harika sunumuyla gerçekleşmişti. Devlet erkânından Garnizon komutanı, Kaymakam, Belediye Başkanı İl ve İlçe Milli Eğitim Müdürlerinin, katılımlarıyla harika manzara eşliğinde şiir şöleni başlamıştı. Önce Halk ekibinin oyunları izlendikten sonra protokol konuşmacılarının ardından ancak birkaç şair arkadaşımız kürsüye gelerek şiirlerini okumuştu. İkinci bir programı olan Amasya Valisi Celalettin Lekesiz’in gelerek yaptığı anlamlı konuşmasında “BİZLER NE KADAR KİTAP OKUSAK, İLİM YAPSAK TA LAMBADA TİTREYEN ALEVİN ÜŞÜYECEĞİNİ ASLA ÖĞRENEMEYİZ. BUNU ANCAK ŞAİRLERDEN ÖĞRENİYORUZ” diyerek şairlere verdiği değeri anlatmıştı. Valinin ayrılmasından kısa süre sonra sicim gibi inen yağmur hepimizi gazinonun içine kaçırtmıştı. Programın, içerde yapılmasına karar verilip hazırlık aşamasında sıcak çaylarımızla ısınmaya çalışıyorduk. Yağmur damlalarının göle düşüşünün seyrine diyecek yoktu. Hazırlıkların bitimine az kalmıştı ki, Güneş açmış her taraf ışımıştı yeniden. Şölenin içeride yapılması kararı değişmedi tabiî ki... Biz de o güzel manzarada tekrar resimler çekerek fırsatı değerlendirmiştik bu arada.
Hazırlıklar tamamlandıktan sonra her şairin birer şiirini okumasıyla gerçekleşen şölen izlenmeye değerdi gerçekten. Hem mekânın manzarası hem yüreklerin samimi atışı, şiir ve konuşmaların kalitesi gurur vericiydi ülkemiz adına, kültür ve edebiyat adına…
Akşamüzeri teşekkür ve veda konuşmaları bu güzel anların bitişinin sesiydi. Kusursuz bir organizasyon sayesinde geçirdiğimiz iki gün içinde kaynaşıp dostluğumuzu pekiştirdiğimiz değerli arkadaşlarımızla teker teker vedalaşmaların ardından Ankara grubu olarak minibüsümüze binerek yolumuza revan olmuştuk. Amasya topraklarından geçerken eflatun renkleriyle bizi selamlayan haşhaş tarlaları hüzünlendirmişti beni. Seneye yeniden buluşmak nasip olacak mıydı bilemeydik ama bu iki günün tadı damağımızdan uzun bir süre gitmeyeceği bir gerçekti.
Benim için çok ehemmiyeti olan bu şölenin yıldönümüne on gün kaldı ve tekrarını yaşamak için günleri iple çekiyorum. Eminim ki tüm arkadaşlarımız aynı duygu içindeler.
17-mayıs 2010-istanbul ASUMAN SOYDAN
Dönüşümüzün ardından şiir şöleni hakkında düşüncelerimizi yazmamızı isteyen Ali Rıza Bey’e gruptan yazdığım yazı ve şiir aşağıdadır.
BİR EFSANEYDİN BORABOY
Değerli Yeşilvadi dostlarımla birlikte gerçekleştirdiğimiz CENNETTEN ÇALINMIŞ iki günün yaşanmasına vesile olan, çok değerli grup kurucumuz,Taşova ilçe milli eğitim müdürü MUHTEŞEM İNSAN Ali Rıza Atasoy Beyefendiy'e ve ekibinde yer alan değerli grubumuzun değerli yöneticilerine sonsuz teşekkürlerimi sunuyorum..ALLAH ONLARDAN BİN KERE RAZI OLSUN DİYORUM.. Sanalda ki dostlarımla yüz yüze tanışmak nasip oldu. Müthiş bir hazdı benim için..
Ankara’dan bir grup değerli arkadaşlarımla çok zevkli bir yolculuktan sonra kavuştuğumuz Taşova topraklarına hayranlığmı anlatmakta aciz kalıyorum.. sımsıcak dost yürekli insanların arasında mutluluğun doruklarına çıktık iki gün boyunca..
İnanılmaz bir doğa harikasının içinde, çok değerli dostlarla birlikte geçen her dakikanın bende bıraktığı etkiyi anlatmaya kelimelerin gücü asla yetemez. Rüya gibiydi, ben bu rüyadan uyanmak istemiyordum ama beni zorla uyandırdılar. Yeniden görmek istiyorum bu rüyayı Allahım! Gururluyum, onurluyum, mutluyum böyle bir ortamda bulunduğum için..
Tanışmaktan onur duyduğum çok değerli üstadımız Burhanettin Akdağ Beyefendi, uduyla,sesiyle,sözüyle bize unutulmaz saatler yaşattılar..Yine sazıyla ve sesiyle gecenin ilerleyen saatlerinde halk müziğimizin harika nameleriyle bizi ihya eden Mustafa Zorla Beyefendiyle uykumuzun geldiğini bile farkedemedik..Öyle hoş bir ruhsal sinerji vardı ki ben şahsen DÖRDÜNCÜ BOYUTTA GİBİYDİM..
O muhteşem ortamda,muhteşem topluluğun içinde çok şanslı olduğumu düşündüm.Sahip olduğum vatanımın ve milletimin üstünlüğünü birkez daha idrak ettim..Çünkü orası Türkiye topraklarının ve Türk milletinin özünü temsil ediyor gibiydi..Türk milletinin tüm hasletlerini orada birebir gördüm.Misafirperverlik,kadirşinaslık, dostluk,samimiyet,güleryüz,sevgi..Allahın güzellik adına yaratmış olduğu her şeyin bir nüvesini görebilirdiniz orda maddi ve manevi olarak..
Katılımıyla bizi onurlandıran değerli Amasya Valimizin konuşmasına da duyduğum hayranlığı söylemeden geçemeyeceğim..Vali bey sözlerinin arasında mealen hatırımda kaldığı kadarıyla demişti ki “BİZLER NE KADAR KİTAP OKUSAK, İLİM YAPSAK TA LAMBADA TİTREYEN ALEVİN ÜŞÜYECEĞİNİ ASLA ÖĞRENEMEYİZ.BUNU ANCAK ŞAİRLERDEN ÖĞRENİYORUZ” diyerek şair ve şiire verdiği değeri anlatması çok manidardı..
Kusursuz bir şekilde organize edilerek sunulan etkinlik programı her yönüyle dört dörtlüktü.
Bize bu duyguları yaşatan,emeği geçen tüm dost ve arkadaşlarıma sonsuz teşekkürlerimi birkez daha yineliyorum..Bu güzelliklerin nicelerinin yaşanmasını diliyorum..hepinizi çok ama çok seviyorum.İstanbul'dan özlem dolu selamlar..
25.Mayıs-2009-İstanbul- ASUMAN SOYDAN
BİR EFSANEYDİN BORABOY
Yağmur başka yağıyordu, Taşova'nın cennetine
Karadeniz tınısıydı türkü aktı yüreğime,
Mutlu gülen gözler vardı dostluk vardı, hizmet vardı
Ordan ayrılma vaktiydi hoş olmayan tek mesele
O cennetten ayrılırken şiirdi rengarenk haşhaş
Doluverdi gözlerime nedense buğulu telaş
Yarab! Cemalinin şavkı Boraboy’a da mı düştü?
Kerem, Aslı’nın yüzünde belki burayi görmüştü
Hayranlıkla nazar ettim o büyülü duruşuna
Ruhumun derin huzuru yeşilinde buluşuna
Şiirlerle, şuerayla onurlandım, gururlandım
Ulvileşen o ruhların sevgi ile coşuşuna
Bir efsaneydin Boraboy unutulamaz periydin
Yeşil ışıklı ruhunla vazgeçilmez sevgiliydin
Hatıratıma damganı vurarak geçtin Boraboy
Gönlüme yüce tahtını kurarak geçtin Boraboy
25.Mayıs-2009-İstanbul
10 Mayıs 2010 Pazartesi
SANAT VE EDEBİYATIN ANA KAYNAĞI SEVGİDİR(deneme)
Hayat yolu her zaman düz ve açık değildir ne yazık ki. Yaşamın içinde iniş ve çıkışlar mutlaka olacaktır. Gülmek kadar, ağlamak ta hayatın bir gerçeğidir. Bazen dibe vuruşlar bazen sarp yokuşlar çıkabiliyor karşımıza. Bu iniş çıkışların mesafesi, derinliği kişiden kişiye değişecektir. Ve etkisi de her kişide farklı boyuttadır. Bazı insanlar bu iniş çıkışların kıvrımlarında yaşadıklarını, hissettiklerini, gözlemlerini, düşüncelerini etkili bir biçimde yazarak çizerek, anlatmak, somutlaştırmak isteğiyle kıvranırlar. Bu istek kişiyi sanata ve edebiyata yönlendirir ve ilk basamağını oluşturur.
Yüreğinde sancı çekmeyen bir sanatçı, bir şair, bir yazar asla olamaz diye düşünüyorum. Her ne kadar “sanatçı olunmaz sanatçı doğulur” diyen yüce Atamızın sanatçıya değer veren sözü, bilimsel olarak kanıtlanmış olsa da, bu yeteneklerin ortaya çıkmasını tetikleyen unsurlar, acılar ve zorluklardır… Yaşanan zorluklar, acılar, sıkıntılar kişiyi ebedileştirmek için ruhundan fışkırmaya, soyutken somut olmaya doğru akacaktır. Acı ile fışkıran ruh, bir sanat eserine dönüşerek sancı çeken kişiyi belki de ölümsüzleştirecektir…
Nasıl ki ressam ruhunu fırça ve renkler çiziyorsa, şiir de, kelimelerin çizdiği şair ruhunun resmidir. Ancak bu resimler; seyredilmek ister, okunmak, anlaşılmak, paylaşılmak ister doğal olarak. Seyirci kitlesinin niteliği ve niceliği bu ruhun resmini amacına ulaştıracaktır.Benim en büyük sloganım: “Sanat ve edebiyatın ana kaynağı sevgidir” diyorum. Kökeninde sevgi oluşturmayan duygunun,acının sanatsal değeri olan bir somutlaşması olamaz bence. Nasıl ki susuz bir hayat düşünülemezse sevgisiz de sanat düşünülemez. Nefret, kin üzerine veya bir duygu hissedilmeden bina edilen bir sanatın benimsenmesi mümkün değildir. Hatta doğması veya yaşaması mümkün değildir. Ruhtaki sevginin izdüşümüdür eserler; bazen şiir, bazen resim, bazen şarkı, heykel ve bunun gibi...
Zorluklar karşısında sevmeyi, direnmeyi, mücadeleyi bilenler için her zahmet bir rahmete dönüşecektir. Eserler; sevgi ile çekilen zorluk ve acı sınavının ödülüdür, madalyasıdır bana göre. Her şair ve sanatçı ancak kendi ruhundan kopan parçaları resmedebilir. Bu resmi seyredenler kendilerinde ortak payda bulamazlarsa seyretmekten çabuk vazgeçerler. Hemen çöplüğü göstereceklerdir nihai olarak. Kalıcı olanlar ise ortak yüreği yakalayabilenlerdir.
Kelimelerle ruhumuzun resmini çizmek için sosyo-psikolojik ve bilgi düzeyinde ne çok malzememiz varsa o denli kaliteli şiir veya eser ortaya koyabiliriz. Nasıl ki ressamın resmini tuvale yansıtması için kaliteli malzeme gerekli ise şair için de kaliteli bilgi birikimi de gereklidir. Yetenek olmazsa olmazlarımızdandır ancak yeteneğe kalite ve yön veren bilgi düzeyidir. Kaliteli malzeme ve sevgi ile çizilen bir resmi seyretmekten haz almayan olmayacaktır, olamaz da.
İnsan olmanın en değerli özelliği her zorluğa rağmen aşk ve sevgiyi yaşayıp yaşatabilmesidir.
Nisan-2010-İstanbul
ASUMAN SOYDAN ATASAYAR
25 Nisan 2010 Pazar
GİTMEK Mİ ZOR, KALMAK MI? (anı- deneme)


GİTMEK Mİ ZOR, KALMAK MI? (günlüğümden)
Dilimizden düşürmediğimiz, tavsiyelerle teşvik ettiğimiz, yaratılış sebebi olarak gördüğümüz o müthiş duyguyu, sevgiyi sorguluyorum şimdi… Mutluluğun tek kaynağı olarak sevgiyi referans gösterirken, sevdiğinden ayrılmanın ne büyük bir acı olduğunu unutuyoruz her defasında... Sanki sevilen şeyin ömür boyu elimizde kalma garantisi varmış gibi, ha bire sevmeye teşvik ediyoruz kendimizi ve çevremizi...''Canlı cansız her şeyi ama her şeyi, sev ki mutlu olasın! '' diyoruz.
Bazı sevgileri kendi otokontrolümüzle, telkinlerimizle beynimize yazıyoruz belki ama bazıları var ki kontrol dışında, kendi irademizin dışında, beynimize değil gönlümüze verilen sevgilerdir onlar. Onlardan ayrılmanın verdiği ızdırâp ömür törpüsüdür adeta.
Elimde iken verdiği haz kadar ayrılığının ardında ne büyük bir elemin yattığını düşünseydim sevmeden önce, acaba hangisini tercih ederdim? Sevmeyi mi? Sevmemeyi mi?
Neden her ayrılık insanın duygu dünyasında insafsız fırtınalar, kasırgalar estirir? (Ölüm ayrılığını bu sınıfa koymuyorum. Ondan emin eylesin Allah!)
Aynı ayrılığı kaç kez yaşamışızdır. Aynı acıyla kaç kez sevdiklerimizi uğurlarken veya uğurlanırken kıvranmışızdır kim bilir... Gar veya garajdan, hava limanından kaç kez ağlayarak ayrılmışızdır... Halbuki günler öncesinden içimize düşen ayrılık sızının süresi, umduğumuzdan daha kısa sürecektir belki de… Biliyoruz ki bir süre sonra bu fırtınalar dinecektir... Bir otobüs terminalinde yaşadığımız acının, otobüsümüz şehri terk ederken azaldığına kaç kez şahit olduğumuz halde her defasında aynı yürek fırtınasına kapılıp ağlamışızdır...''Gitmek mi zor, kalmak mı zor? '' diyen şarkı nağmesi gibidir o andaki yüreğimiz… Hüzzamdır… Rasttır… Nihaventtir.
Özlemek... Ne haşin bir duygu! Kaynağı sevgidir. Sevgiyle beslenir. Ama sevgiden değil, sevgiliden uzaklaşma duygusunun adıdır…Acıdır…Elemdir.!
Ağlamak ruhun sigortası sanki! Gözyaşlarımız, aklımızın duygu fırtınasıyla yerinden kaymasını önlüyor mu ne? Acaba?
Acaba değil, kesin böyledir. İlahi bir el tarafından gönderilen ilk yardımdır bence...
Sydney’e geldiğimin ilk haftasında dünyaya gelen bebeğimizin gelişiyle öyle bir değişmişti ki dünyamız; ondan başka bir şey düşünemez olmuştuk. Müthiş bir duyguymuş meğer bir toruna sahip olmak. Evlattan üstün bir sevgi derlerdi de inanmak istemezdim. Zaman zaman çocuklarımın bebeklik hallerini öyle özlüyordum ki, tekrarının mümkün olmadığını düşündükçe hayıflanıyordum. Meğer tekrarı torunla mümkünmüş. Eda’mın yüzüne baktıkça annesinin bebekliğini görüyorum, onu tekrar kucağıma alıyormuşum gibi hoş bir duygu kaplıyor içimi…
Gurbet kuşunun gurbet kalemi yazmaktan usanmazmış meğer. İçimde müthiş bir coşku var. Hep yazmak, hep yazmak istiyorum bu günlerde… Ah bu vakit, neden böyle insafsızca geçiyor ki? Birazcık aheste geçse ben de içimde olan biteni şu kağıtçıklarımla paylaşsam!
Bir doyumsuz tat var ki kucağımda, lezzetine kaptırıyorum kendimi... Onunla birlikte olunca zamanın nasıl geçtiğini anlaşılmıyor. Gözlerime içten içten gülüşü, masumane duruşu, cennetten gelen kokusuyla beni benden alan bir yavru o...Bir tutku… Bir aşk... Bir sevda o...Her gün hareketlerinde ki o tatlı değişimi ve gelişimi birebir görmek inanılmaz bir haz veriyor bize. Eda'mla geçen beş ay hayatımın en anlamlı süresiydi belki de.
Türkiye'mi terkedip, okyanuslar dolaştım
Dünyaya teşrifini görmek için yol aştım
Rütbemde terfi ettim, ben seninle gençleştim
Zulmetin perdesini deldin Eda bebeğim..
Evlatlarımın ilgi ve sevgisiyle el üstünde tutulandım beş aydır. Beni mutlu etmek için neler yapmadı ki yavrucuklarım... Bu şehre ve ülkeye ait ne varsa beş ay içinde benim kadar gören, gezen yoktur belki de... Güler yüz ve saygıyla, samimi duygu ve hareketlerle yaşatılmak kaç anneye nasip olur ki? Şehrin, doğanın, iklimin güzelliği kadarda gördüğüm ilginin sarhoşluğu içinde bu ülkeden ayrılırken çekeceğim acı, uçağa bindikten sonra aynı şiddetiyle devam edecek mi acaba? Yoksa diğer ayrılıklarım gibi bir süre sonra dinecek mi yürek acısı? İlahi yardım yetişecektir mutlaka bundan adım kadar eminim.
Beş ay süren Sydney seyahatimin bitmesine bir kaç günüm kaldı. İstanbul'da ki sevdiklerime kavuşma günlerimi hızlandırmak isterken, buradaki canlarımdan ayrılma süremi uzatmak istiyorum… Bu nasıl bir çelişkili duygudur Yarabbi?
Zıt kutuplarda ki sevgilerimin çekim alanlarına kaptırmışım kendimi. Çekiliyorum gönül ipimle bir o yana bir bu yana… Fakat Ülkemin sevgisi dengedeki çekim güçlerinin dengesini bozuyor. ''Bülbülü altın kafese koymuşlar ille de vatanım'' demiş sözünün doğruluğunu birebir yaşayan biriyim şimdi... Belki dünyanın en güzel ve rahat ülkesindeyim. Her türlü güzelliği, doğa harikasını gördüm yaşadım. Yıllardır özlemlerini çektiğim evlatlarımla, dünyaya gelişiyle hayatımıza renk katan torunumla inanılmaz güzellikler yaşamış olmama rağmen, -daha da yaşama şansım olmasına rağmen -ben ülkemi özlüyorum artık... Burada bırakacağım canlarıma canımın bir kısmını bırakacağım kesin ama ülkemin topraklarına ayak basacağım günleri iple çekiyorum.
Hangi yöne dönsem arkada kalan yönümü özleyeceğim. Bu özlem bitecek mi bilmem ama çekmeye çekiyorum bu hüznü, ülkemde çekeyim bari diyorum… Türkiye'ye giderken ayağımı sürürüm belki de arkamdan bir hayırlı yol açılır kim bilir! -Yine umut yetişti imdadıma.- Neler olmaz ki hayatta. Yeter ki Mevlâ’nın şefkat eli elimizde olsun!
Sevgi...! Ah sevgi...! Ayrılığın çok acı da olsa ben yine seviyorum seni! Ülkemi, yavrularımı, arkadaşlarımı çok seviyorum. Onlara kavuşurken ağlamayı seviyorum. Onları yaratarak bana vereni daha çok seviyorum... Şükretmeyi seviyorum...
Sevmeyi seviyorsak, özlemeyi de sevmemiz gerekiyor...!
Bekle beni İstanbul seni çok özledim...!
Hoşçakal ey sakin ve güzel Sydney! Seni de özleyeceğim...! Hem de çok özleyeceğim. Senin kucağında tattım o güzel duyguyu. Sen de oldum ben Anneanne...
Her şey bir yana. Ya o canımın parçasını nasıl bırakacağım burada? Gitmek mi zor kalmak mı zor? İstikbal uğuruna evlatlarıma zar zor alışmışken şimdi de Edam’sız bir hayat beni bekliyor. O hayatı ne yapacağım? Nasıl alışacağım?
Şimdi sevgiden vazgeçiyorum…Boşa beni sevgi…!
EDA'MA
Dokuz aydır yolunu beklemekten yorulduk
Geçtiğin evrelerle selamlaşıp dost olduk
Her takvim yaprağından bir “oh! ” çekip kurtulduk
Binbir eda naz ile geldin Eda Bebeğim
Canlarımın canısın, sessiz evin müziği
Bir lokmacik hacminle dünyaların bezeği
Evlattan tatlı lezzet, bebeklerin naziği;
Bir bakışla gönlümü çaldın Eda bebeğim
Şükürlere yol açan, kucağımda bir tat var
En mübarek geceden, gelişinde hayat var
Işık saçan yüzünde, nur ezgili fıtrat var
Gözümüze tebessüm saldın Eda bebeğim.
Gökler selama durup, yıldızlar gülün olsun
Manalı duruşunda elemin rengi solsun
Mis gibi yüreğine güneş şulesi dolsun
Geleceğin gayesi, oldun Eda bebeğim
Ocak-2010-Sydney
ASUMAN SOYDAN ATASAYAR

AVUSTRALYA'NIN BAŞKENTİ- CANBERRA GEZİMİZ

AVUSTRALYA'NIN BAŞKENTİ- CANBERRA GEZİMİZ
<
span style="font-size:130%;color:#000066;">Buraya geldiğimden beri her hafta sonu beni ülkenin her yerinde gezdirmek için plan yapan çocuklarımla kaç defa başkent Canberra’ya gitme planı yaptıysak ta her defasın da bir bahaneyle ertelenmişti. Canberra’yı görmeden ülkeme dönmek istemediğimi söylediğim için bir fırsat bulunca bu hafta sonu çıktık şükür başkent yoluna. Gezimizin yılbaşı tatiline denk gelişinden dolayı zaten sakin olan yollar iyice tenhalaşmıştı. Çünkü burada yaklaşık 25 günlük tatil dolayısıyla insanlar çoğunlukla yurt dışı seyahatini tercih ediyorlarmış.
Beş-altı şeritli bakımlı otoban yolundan giderken yeryüzü şekillerinin düzgünlüğü sayesinde engin ufuklara doğru yol alıyorduk. Köpük köpük bulut kümelerinin yolların sonunda bekleyişlerini görmek çok hoş bir duyguydu… Yolların sonunda yükselen dağların olmayışı bulut manzaralarını daha hoş, daha geniş bir perspektiften seyretmemizi sağlıyor. Ama bu gün yağmur bulutları var. Güneşli havanın bulutu kadar olmasa da, mor rengin tonlarına bürünen yağmur bulutları da muhteşemdi bence. Resim yapma, şiir yazma duygularım uyanmıştı gene içimde. “Çok hoş ya!” demeden nefes almıyordum sanki.
Canberra’ya giderken Sydney’in doğusunda şirin bir kasaba olan Goulburn’da yağmurlu bir havada arabamızla gezebildik ancak. Harika manzaraların fotoğraflarını, arabanın içinden görüntüleyebiliyordum. Zevk alarak gezip görülecek yerlerinin olduğu belli idi ama bizim asıl amacımız başkent Canberra’yı görmek olduğu için kasabanın içinde kısa bir tur attıktan sonra bir saat ötede olan Canberra’ya ulaştığımızda yağmur dinmişti.
Canberra’da otelimize yerleştikten sonra şehri gezmeye başladık. Damadım kızım ve dört aylık torunumla birlikte kah arabamızla kah yürüyerek çok zevkli bir şehir gezisiydi. Buranın dünyanın, devlet kurulduktan sonra plan ve projesi çizilerek oluşturulan ilk başşehri olma özelliği taşıdığını öğreniyorum. Her şey öyle yeni ve temizdi ki, “sıfır kilometre araba gibi” diye tabir edilebilir. Şehrin tam orta yerinde kurulmuş olan Parlamento Binası’nın çevresinde oluşturulan küçücük, şipşirin bir başkentti burası. Şehrin üç tarafında bulunan tepelerin her birine kule ve seyretme yerleri yaparak insanlara şehri yukarıdan tanıtma imkânı sunan turistik yerlerden başlamıştık gezmeye. Kırmızı Nokta (Red Point) denilen 800 metre yükseklikteki kuleden Canberra’yı seyretmeyle başlamıştık ilk olarak. Yağmurlu havanın getirdiği sis ve bulutlardan sızan gök kuşağı renkleri eşliğinde şehrin ortasında yer alan göl manzarası, binaların biçimleri, ağaçların görünümleri ile muntazam çizilmiş maket bir şehri andırıyordu. Kulenin etrafını döne döne gezerken kuş bakışı manzaranın görüntüsü inanılmaz bir şeydi. Rüzgâr ara ara şiddetlense de havasının temizliği rahatlatıyordu ciğerlerimizi. Yılbaşı tatili dolayısıyla halkın çoğunluğunun şehir dışında olması nedeniyle, ölü bir şehir havası vardı koskoca Avustralya Devleti’nin Başkenti'nde. Zaten toplam nüfusu üç yüz bini bulan başkent insanlarının çoğu yılbaşı tatilindeymiş. Ana caddelerinden bile tek tük araba ancak geçiyordu. Daha sonra Black Point (siyah nokta) ve ismini unuttuğum diğer tepeden aynı güzellikleri seyrettikten sonra şehrin içini gezmeye gelmişti sıra.
Önce karnımızı doyurmak için yana yana Türk kebapçısı aradık. Arabamızdaki nevigasyonun gösterdiği adreslerdeki Türk kebapçılarının tatil dolayısı ile kapalı olduğunu öğrenince bize en yakın lezzeti sunan İtalyan restoranda tavuk ve pizza yemeye razı olmuştuk. Yemekken sonra göl kenarında, parklarında, caddelerinde gezinti yaptık. Oldukça bakımlı ve temiz olan şehrin cadde ve sokakları Sydney’den daha da geniş olması bir kez daha hayranlık uyandırdı içimizde. Bizim 17 milyon nüfusu olan İstanbul’umuzda arabamızla geçecek yol bulamazken adamla bu kadarcık nüfusla neler düşünmüşler. Belki de yüz yıl sonraları hesaplayarak kurmuşlar bu şehirleri. Basiret ne güzel bir yetenek diye kafamızı sallıyorduk acıyla.
İlk günümüzü zevk ile tamamladıktan sonra ertesi günü meclis (parlamento) binasından başlamıştık gezmeye.
Şehrin üç farklı tepe noktasından da seyredilen muazzam bir alan üzerine kurulmuş değişik bir mimarisi olan binanın içi bana son derece hoş ve sade geldi. Tatil dolayısı ile devlet erkânı ve parlamento üyelerinin olmadığı meclis binası halka açık bir müze gibiydi. Pembe renkli koltuklarla döşeli millet meclisi salonu ve yeşil renkli koltukları olan senato salonu bana çok küçük görünmüştü. Meğer yüz küsur tane milletvekilleri varmış. Bizim gibi beş yüz elli tane değilmiş! !
Binanın her tarafını gezip inceledikten sonra çocuklar: 'Şehri bir de meclisin damından seyret anne! ' dediler. Meclis damına çıktık ki ne göreyim! Damda bile yeşermiş çimler olduğunu görünce 'pes yani! ' dedim gülerek. Çimsiz çimensiz bir damları kalmıştı, onu da çimlendirmişler. Yorulmuş olan ayaklarımızı dinlendirmek için meclis çatısında çimler üzerine oturduk bir süre. Buranın da manzarası dehşetti gerçekten. Yemyeşil çimen ve bol ağaçlıklı bir saha üzerinde yerleştirilmiş olan binanın bahçesi içinde çeşitli harika ağaçlar ve müthiş bir peysaj düzenlemesi içinde yer alan villalar göz alıyordu. Bu binaların çeşitli ülkelerin konsolosluk binaları olduğunu öğrendim. Meclis binasının tam önünden cetvelle çizilmiş gibi uzun ve çok geniş bir yol gidiyordu. Muazzam güzellikte uzayan yolun sonunda başka bir bina duruyordu. O da dünyanın sayılı müzelerinden olan Canberra savaş müzesi binasıydı.
Müze ile Meclis binası yaklaşık bir kilometrelik mesafeyle birbirine bakıyor. Müze önünde resim çektirince arka fonda Meclis Binası, Meclis Binası önünde resim çektirince de arkamızda Savaş Müzesi’nin görüntüsü yer alıyordu. Yani tam karşı karşıya idi duruşları
CANBERRA SANAT VE SAVAŞ MÜZELERİ
Dünyanın sayılı savaş müzelerinden biri olan Canberra Savaş Müzesi benim üzerimde en fazla etki bırakan yer oldu. Çok büyük ve yemyeşil bir alana kurulmuş olan müzenin bahçesinden girerken ilk karşılaştığımız şey Atatürk köşesiydi. Bahçede Türk Bayrağı'nın gölgesi altında yer alan Atatürk’ümüzün büstü önünde resim çektirmek en şereflisiydi. Hele büstün altında Atatürk’ün Anzak annelerine hitaben gönderdiği mektubun metnini okurken gözyaşlarımı zor tutmuştum:
“Uzak memleketin toprakları üstünde kanlarını döken kahramanlar; burada dost bir vatanın toprağındasınız. Huzur ve sükûn içinde uyuyunuz. Sizler Mehmetçikle yan yana, koyun koyunasınız. Uzak diyarlardan evlatlarını harbe gönderen analar; gözyaşlarınızı dindiriniz. Evlatlarınız bağrımızdadır. Huzur içindedirler ve huzur içinde rahat rahat uyuyacaklardır. Bu toprakta canlarını verdikten sonra artık bizim evlatlarımız olmuşlardır” diyordu Atamız
Hüzün ve gurur... bu iki duyguyu bir arada yaşamıştım orada gezerken.
Müzenin içinde sayısız bölümler ve gösterime sunulan Anzak askerlerine ait tarihi savaş malzeme ve hatırat vardı. Ama tabii ki benim için en önemli kısmı yine Anzak askerlerinin Gelibolu ile olan hatıratları idi… Monitörden yayınlanan savaş görüntüleri, Çanakkale'den getirdikleri malzemeler, resimler, haritalar, hatıra defterleri, mektuplar vs.'yi izlerken sanki o günleri yaşıyordum. Askerlerin kimisi Gelibolu'dan gelirken akasya yaprağı koymuş hatıra defterinin arasına... Kimisi sevgilisine veya annesine yazdığı mektupta anlatmış savaş ortamını... Kimisi topladığı kurşun, şarapnel v.b.savaş atıklarını hatıra olarak getirmiş. Bunlar gibi pek çok şey vardı sergilenen. 1915'te kameraya alınan görüntülerden esinlenerek yapılanan bir maket vardı ki tüyler ürpertiyordu… Mehmetçiğin kendilerine siper yaptıkları toprağın altında hazırlayıp Gelibolu’ya çıkan düşman güçlerine kurdukları tuzakların maketiydi. O savaş ortamını tüm teferruatıyla canlandırmışlar sanki… Fotoğrafın birisinde oturmuş çaresizlik içinde ağlayan bir Anzak Askeri vardı... Savaş hakkında bilgi veren anlatan haritalar ve pek çok belgeler... Turist rehberlerin ifadelerinde ve müzede Türk askeri hakkında verilen bilgilerde en küçük bir taraf tutma yoktu. Gayet objektif olarak bilgiler sunuluyordu. Bu da yine takdire şayandı… Ata'mızın “Ne işleri vardı topraklarımızda? ” dediği gibi onlar da yaptıkları hatanın vahametini biliyorlardı galiba. Bu gibi insani artıları çok olan bir millet bunlar. Alkışlamak gerekli. Her tür yaşanmışlıktan ders alarak tekerrür etmemesini sağlıyorlar ya! Örnek olsun dünyaya!
Son olarak Canberra Sanat Müzesi'nde sergilenen sayısız ressamın eserlerinin yanında o hafta sergiye açılan Van Gogh’un tablolarını da seyretmek nasip olmuştu bize de. Çok güzel tabloların ve çeşitli sanat eserlerinin yer aldığı harika bir müzeydi.
Kültür seviyesi yüksek tam bir elit tabakanın yaşadığı Canberra şehrinde insanlarının giyim, kuşam ve davranışlarının nezihliği hemen dikkat çekiyordu burada.
Canberra küçük bir şehir olduğu için iki günde hemen her yerini gezdik sayılır.
CANBERRA DIŞINDAKİ GEZİLERİMİZ
Çocuklarımın tatil veya izinli oldukları günlerde Sydney dışına çıktık pek çok kez...
Bir hafta bir kızım ve kocasıyla, bir hafta diğerleriyle dönüşümlü olarak her hafta bir yerleri geziyorduk. Bazen de hep birlikte yol alıyor çok güzel piknik sefası yapıyorduk.
Wollogong, New Castle, Canberra, Nelson By gibi kentlerin dışında sayısız köy ve kasaba türü yerleşim yerlerini gezdik…
Sydney'in kuzeyinde yer alan Wollogong şehrine girmeden önce yüksek bir tepeden seyrediyoruz… Şehrin kuş bakışı görünümünü izlemek için yol boyunca tabelalarla gösterilen 'Look-out' denilen seyir yerinden okyanus dalgalarının koylara gelip köpürerek çarpışını, hâle hâle yayılan beyazdan laciverte kadar hele de turkuaz mavisi nin tonlarını yüzlerce metre yükseklikten izledik... Hilal şeklinde yan yana dizilmiş koyların kenarında kurulmuş olan Wollogong şehrine kuş bakışı enfesti doğrusu. Uçsuz bucaksız Pasifik Okyanusunun dev dalgalarının kıyılara çarparken oluşturduğu manzara görülmeye değiyordu. Bulunduğumuz yerden yüzlerce metre aşağıda olan şehre inmeden önce sık ormanları görüyoruz. Sonra orman içinden kıvrılarak inen harika bir yoldan koylara doğru yol aldık döne döne... Ormanın içinden geçerken kangruların yoldan kaçışına şahit olmuştum.
Şehir her ne kadar Sydney kadar gelişmiş olmasa da çok şirin, temiz, bakımlıydı her yeri... Villa tipi evlerin ve bahçelerinin güzelliği, yolların düzgünlüğü, yaşamın sakinliği her yerde aynı zaten... İpek gibi kumlarında okyanusun dalga dalga vuruşları altında yürüdük, güneşin batış saatlerinde. Kumsallarındaki yumuşacık kumlar, martılar, dalgalar ve sükunet tam manasıyla şiir gibiydi.
ÇÖL VE DEVE KERVANI
Newcastle Şehri için de aynı şeyleri söyleyeceğim... Newcastle, Wollogong'dan daha Avrupai geldi bana… Yüksek binaları ve gelişmişliği daha dikkat çekiyor. Koylarının güzelliği biri birini aratmayacak nitelikte hepsinin...
Newcastle'nin Nelson By isimli bir körfezinde kaldık bir gece… Önce okyanus sahilinde, sonra bir iç deniz sahilinde denize girmelerimizin ardından otelin havuzunda ve jakuzisinde suya dala çıka tam bir balık olmuştuk… Burada unutulmaz anlar yaşadık. Yeşilin, denizin, evlerin güzelliklerin doyumsuz tadıyla gezdik epeyce. Pelikanlara yem atan balıkçıyı seyrettik durup. O kadar güzellerdi ki sanatkarını hayranlıkla andık derinden.
Öğle saatlerini geçirdikten sonra ertesi gün işe başlayacak olan çocukların evlerinde dinlenmeleri gerekiyordu. Hazırlığımızı yapıp Sydney’e dönmek üzere geliyorduk ki, aniden karşımıza sahil boyunca kum tepeleri ve çöller çıkmaz mı? Şaşırıp kalmıştım… Sıcaklık o gün 40 derecenin üzerindeydi zaten... Çocuk gibi yalın ayak attım kendimi çöllerin kızgın kumlarına... ohhh romatizmalarıma ne güzel geliyor Allahım! Filmlerde gördüğüm o dehşet çöller ayaklarımın altındaydı şimdi… Kızım ve damadım benim hoşlandığımı görünce terler içinde de olsalar onlar da bana ayak uydurdular… Deve kervanıyla turistlerin gezdiği kervana biz de katıldık… Bu defa deve sırtında birbirine bağlı kafile ile çöl gezmeye başladık. Her ne kadar develer çok fena kokuyor olsalar da sırtlarında gezerken hissedilmiyordu. Zaten sevimlilikleri de kokularını bastırıyordu. Kızımla aynı deveyi paylaşmıştık. Arkamızdaki devede oturan emre’nin sık sık bize seslenmesiyle zoraki dönüp bakışımızdan oluşan komik fotoğraflar harika birer anı olarak kaldı. Turistik kervanla gezintinin en hoş kısmı sahilde okyanus suları içinde olan bölümüydü. Tepemizden güneş vururken develerin ayaklarına çarpan dalgalar ferahlatıyordu bizi. Kumsalda denize giren insanların alkış sesleri arasında develerle gezinmenin keyfi tahmin edilir sanırım.
ASUMAN SOYDAN ATASAYAR
<

span style="font-size:130%;color:#000066;">Buraya geldiğimden beri her hafta sonu beni ülkenin her yerinde gezdirmek için plan yapan çocuklarımla kaç defa başkent Canberra’ya gitme planı yaptıysak ta her defasın da bir bahaneyle ertelenmişti. Canberra’yı görmeden ülkeme dönmek istemediğimi söylediğim için bir fırsat bulunca bu hafta sonu çıktık şükür başkent yoluna. Gezimizin yılbaşı tatiline denk gelişinden dolayı zaten sakin olan yollar iyice tenhalaşmıştı. Çünkü burada yaklaşık 25 günlük tatil dolayısıyla insanlar çoğunlukla yurt dışı seyahatini tercih ediyorlarmış.
Beş-altı şeritli bakımlı otoban yolundan giderken yeryüzü şekillerinin düzgünlüğü sayesinde engin ufuklara doğru yol alıyorduk. Köpük köpük bulut kümelerinin yolların sonunda bekleyişlerini görmek çok hoş bir duyguydu… Yolların sonunda yükselen dağların olmayışı bulut manzaralarını daha hoş, daha geniş bir perspektiften seyretmemizi sağlıyor. Ama bu gün yağmur bulutları var. Güneşli havanın bulutu kadar olmasa da, mor rengin tonlarına bürünen yağmur bulutları da muhteşemdi bence. Resim yapma, şiir yazma duygularım uyanmıştı gene içimde. “Çok hoş ya!” demeden nefes almıyordum sanki.



Canberra’ya giderken Sydney’in doğusunda şirin bir kasaba olan Goulburn’da yağmurlu bir havada arabamızla gezebildik ancak. Harika manzaraların fotoğraflarını, arabanın içinden görüntüleyebiliyordum. Zevk alarak gezip görülecek yerlerinin olduğu belli idi ama bizim asıl amacımız başkent Canberra’yı görmek olduğu için kasabanın içinde kısa bir tur attıktan sonra bir saat ötede olan Canberra’ya ulaştığımızda yağmur dinmişti.

Canberra’da otelimize yerleştikten sonra şehri gezmeye başladık. Damadım kızım ve dört aylık torunumla birlikte kah arabamızla kah yürüyerek çok zevkli bir şehir gezisiydi. Buranın dünyanın, devlet kurulduktan sonra plan ve projesi çizilerek oluşturulan ilk başşehri olma özelliği taşıdığını öğreniyorum. Her şey öyle yeni ve temizdi ki, “sıfır kilometre araba gibi” diye tabir edilebilir. Şehrin tam orta yerinde kurulmuş olan Parlamento Binası’nın çevresinde oluşturulan küçücük, şipşirin bir başkentti burası. Şehrin üç tarafında bulunan tepelerin her birine kule ve seyretme yerleri yaparak insanlara şehri yukarıdan tanıtma imkânı sunan turistik yerlerden başlamıştık gezmeye. Kırmızı Nokta (Red Point) denilen 800 metre yükseklikteki kuleden Canberra’yı seyretmeyle başlamıştık ilk olarak. Yağmurlu havanın getirdiği sis ve bulutlardan sızan gök kuşağı renkleri eşliğinde şehrin ortasında yer alan göl manzarası, binaların biçimleri, ağaçların görünümleri ile muntazam çizilmiş maket bir şehri andırıyordu. Kulenin etrafını döne döne gezerken kuş bakışı manzaranın görüntüsü inanılmaz bir şeydi. Rüzgâr ara ara şiddetlense de havasının temizliği rahatlatıyordu ciğerlerimizi. Yılbaşı tatili dolayısıyla halkın çoğunluğunun şehir dışında olması nedeniyle, ölü bir şehir havası vardı koskoca Avustralya Devleti’nin Başkenti'nde. Zaten toplam nüfusu üç yüz bini bulan başkent insanlarının çoğu yılbaşı tatilindeymiş. Ana caddelerinden bile tek tük araba ancak geçiyordu. Daha sonra Black Point (siyah nokta) ve ismini unuttuğum diğer tepeden aynı güzellikleri seyrettikten sonra şehrin içini gezmeye gelmişti sıra.
Önce karnımızı doyurmak için yana yana Türk kebapçısı aradık. Arabamızdaki nevigasyonun gösterdiği adreslerdeki Türk kebapçılarının tatil dolayısı ile kapalı olduğunu öğrenince bize en yakın lezzeti sunan İtalyan restoranda tavuk ve pizza yemeye razı olmuştuk. Yemekken sonra göl kenarında, parklarında, caddelerinde gezinti yaptık. Oldukça bakımlı ve temiz olan şehrin cadde ve sokakları Sydney’den daha da geniş olması bir kez daha hayranlık uyandırdı içimizde. Bizim 17 milyon nüfusu olan İstanbul’umuzda arabamızla geçecek yol bulamazken adamla bu kadarcık nüfusla neler düşünmüşler. Belki de yüz yıl sonraları hesaplayarak kurmuşlar bu şehirleri. Basiret ne güzel bir yetenek diye kafamızı sallıyorduk acıyla.



İlk günümüzü zevk ile tamamladıktan sonra ertesi günü meclis (parlamento) binasından başlamıştık gezmeye.
Şehrin üç farklı tepe noktasından da seyredilen muazzam bir alan üzerine kurulmuş değişik bir mimarisi olan binanın içi bana son derece hoş ve sade geldi. Tatil dolayısı ile devlet erkânı ve parlamento üyelerinin olmadığı meclis binası halka açık bir müze gibiydi. Pembe renkli koltuklarla döşeli millet meclisi salonu ve yeşil renkli koltukları olan senato salonu bana çok küçük görünmüştü. Meğer yüz küsur tane milletvekilleri varmış. Bizim gibi beş yüz elli tane değilmiş! !
Binanın her tarafını gezip inceledikten sonra çocuklar: 'Şehri bir de meclisin damından seyret anne! ' dediler. Meclis damına çıktık ki ne göreyim! Damda bile yeşermiş çimler olduğunu görünce 'pes yani! ' dedim gülerek. Çimsiz çimensiz bir damları kalmıştı, onu da çimlendirmişler. Yorulmuş olan ayaklarımızı dinlendirmek için meclis çatısında çimler üzerine oturduk bir süre. Buranın da manzarası dehşetti gerçekten. Yemyeşil çimen ve bol ağaçlıklı bir saha üzerinde yerleştirilmiş olan binanın bahçesi içinde çeşitli harika ağaçlar ve müthiş bir peysaj düzenlemesi içinde yer alan villalar göz alıyordu. Bu binaların çeşitli ülkelerin konsolosluk binaları olduğunu öğrendim. Meclis binasının tam önünden cetvelle çizilmiş gibi uzun ve çok geniş bir yol gidiyordu. Muazzam güzellikte uzayan yolun sonunda başka bir bina duruyordu. O da dünyanın sayılı müzelerinden olan Canberra savaş müzesi binasıydı.
Müze ile Meclis binası yaklaşık bir kilometrelik mesafeyle birbirine bakıyor. Müze önünde resim çektirince arka fonda Meclis Binası, Meclis Binası önünde resim çektirince de arkamızda Savaş Müzesi’nin görüntüsü yer alıyordu. Yani tam karşı karşıya idi duruşları


CANBERRA SANAT VE SAVAŞ MÜZELERİ
Dünyanın sayılı savaş müzelerinden biri olan Canberra Savaş Müzesi benim üzerimde en fazla etki bırakan yer oldu. Çok büyük ve yemyeşil bir alana kurulmuş olan müzenin bahçesinden girerken ilk karşılaştığımız şey Atatürk köşesiydi. Bahçede Türk Bayrağı'nın gölgesi altında yer alan Atatürk’ümüzün büstü önünde resim çektirmek en şereflisiydi. Hele büstün altında Atatürk’ün Anzak annelerine hitaben gönderdiği mektubun metnini okurken gözyaşlarımı zor tutmuştum:
“Uzak memleketin toprakları üstünde kanlarını döken kahramanlar; burada dost bir vatanın toprağındasınız. Huzur ve sükûn içinde uyuyunuz. Sizler Mehmetçikle yan yana, koyun koyunasınız. Uzak diyarlardan evlatlarını harbe gönderen analar; gözyaşlarınızı dindiriniz. Evlatlarınız bağrımızdadır. Huzur içindedirler ve huzur içinde rahat rahat uyuyacaklardır. Bu toprakta canlarını verdikten sonra artık bizim evlatlarımız olmuşlardır” diyordu Atamız
Hüzün ve gurur... bu iki duyguyu bir arada yaşamıştım orada gezerken.
Müzenin içinde sayısız bölümler ve gösterime sunulan Anzak askerlerine ait tarihi savaş malzeme ve hatırat vardı. Ama tabii ki benim için en önemli kısmı yine Anzak askerlerinin Gelibolu ile olan hatıratları idi… Monitörden yayınlanan savaş görüntüleri, Çanakkale'den getirdikleri malzemeler, resimler, haritalar, hatıra defterleri, mektuplar vs.'yi izlerken sanki o günleri yaşıyordum. Askerlerin kimisi Gelibolu'dan gelirken akasya yaprağı koymuş hatıra defterinin arasına... Kimisi sevgilisine veya annesine yazdığı mektupta anlatmış savaş ortamını... Kimisi topladığı kurşun, şarapnel v.b.savaş atıklarını hatıra olarak getirmiş. Bunlar gibi pek çok şey vardı sergilenen. 1915'te kameraya alınan görüntülerden esinlenerek yapılanan bir maket vardı ki tüyler ürpertiyordu… Mehmetçiğin kendilerine siper yaptıkları toprağın altında hazırlayıp Gelibolu’ya çıkan düşman güçlerine kurdukları tuzakların maketiydi. O savaş ortamını tüm teferruatıyla canlandırmışlar sanki… Fotoğrafın birisinde oturmuş çaresizlik içinde ağlayan bir Anzak Askeri vardı... Savaş hakkında bilgi veren anlatan haritalar ve pek çok belgeler... Turist rehberlerin ifadelerinde ve müzede Türk askeri hakkında verilen bilgilerde en küçük bir taraf tutma yoktu. Gayet objektif olarak bilgiler sunuluyordu. Bu da yine takdire şayandı… Ata'mızın “Ne işleri vardı topraklarımızda? ” dediği gibi onlar da yaptıkları hatanın vahametini biliyorlardı galiba. Bu gibi insani artıları çok olan bir millet bunlar. Alkışlamak gerekli. Her tür yaşanmışlıktan ders alarak tekerrür etmemesini sağlıyorlar ya! Örnek olsun dünyaya!
Son olarak Canberra Sanat Müzesi'nde sergilenen sayısız ressamın eserlerinin yanında o hafta sergiye açılan Van Gogh’un tablolarını da seyretmek nasip olmuştu bize de. Çok güzel tabloların ve çeşitli sanat eserlerinin yer aldığı harika bir müzeydi.
Kültür seviyesi yüksek tam bir elit tabakanın yaşadığı Canberra şehrinde insanlarının giyim, kuşam ve davranışlarının nezihliği hemen dikkat çekiyordu burada.
Canberra küçük bir şehir olduğu için iki günde hemen her yerini gezdik sayılır.


CANBERRA DIŞINDAKİ GEZİLERİMİZ
Çocuklarımın tatil veya izinli oldukları günlerde Sydney dışına çıktık pek çok kez...
Bir hafta bir kızım ve kocasıyla, bir hafta diğerleriyle dönüşümlü olarak her hafta bir yerleri geziyorduk. Bazen de hep birlikte yol alıyor çok güzel piknik sefası yapıyorduk.
Wollogong, New Castle, Canberra, Nelson By gibi kentlerin dışında sayısız köy ve kasaba türü yerleşim yerlerini gezdik…
Sydney'in kuzeyinde yer alan Wollogong şehrine girmeden önce yüksek bir tepeden seyrediyoruz… Şehrin kuş bakışı görünümünü izlemek için yol boyunca tabelalarla gösterilen 'Look-out' denilen seyir yerinden okyanus dalgalarının koylara gelip köpürerek çarpışını, hâle hâle yayılan beyazdan laciverte kadar hele de turkuaz mavisi nin tonlarını yüzlerce metre yükseklikten izledik... Hilal şeklinde yan yana dizilmiş koyların kenarında kurulmuş olan Wollogong şehrine kuş bakışı enfesti doğrusu. Uçsuz bucaksız Pasifik Okyanusunun dev dalgalarının kıyılara çarparken oluşturduğu manzara görülmeye değiyordu. Bulunduğumuz yerden yüzlerce metre aşağıda olan şehre inmeden önce sık ormanları görüyoruz. Sonra orman içinden kıvrılarak inen harika bir yoldan koylara doğru yol aldık döne döne... Ormanın içinden geçerken kangruların yoldan kaçışına şahit olmuştum.
Şehir her ne kadar Sydney kadar gelişmiş olmasa da çok şirin, temiz, bakımlıydı her yeri... Villa tipi evlerin ve bahçelerinin güzelliği, yolların düzgünlüğü, yaşamın sakinliği her yerde aynı zaten... İpek gibi kumlarında okyanusun dalga dalga vuruşları altında yürüdük, güneşin batış saatlerinde. Kumsallarındaki yumuşacık kumlar, martılar, dalgalar ve sükunet tam manasıyla şiir gibiydi.



ÇÖL VE DEVE KERVANI
Newcastle Şehri için de aynı şeyleri söyleyeceğim... Newcastle, Wollogong'dan daha Avrupai geldi bana… Yüksek binaları ve gelişmişliği daha dikkat çekiyor. Koylarının güzelliği biri birini aratmayacak nitelikte hepsinin...
Newcastle'nin Nelson By isimli bir körfezinde kaldık bir gece… Önce okyanus sahilinde, sonra bir iç deniz sahilinde denize girmelerimizin ardından otelin havuzunda ve jakuzisinde suya dala çıka tam bir balık olmuştuk… Burada unutulmaz anlar yaşadık. Yeşilin, denizin, evlerin güzelliklerin doyumsuz tadıyla gezdik epeyce. Pelikanlara yem atan balıkçıyı seyrettik durup. O kadar güzellerdi ki sanatkarını hayranlıkla andık derinden.
Öğle saatlerini geçirdikten sonra ertesi gün işe başlayacak olan çocukların evlerinde dinlenmeleri gerekiyordu. Hazırlığımızı yapıp Sydney’e dönmek üzere geliyorduk ki, aniden karşımıza sahil boyunca kum tepeleri ve çöller çıkmaz mı? Şaşırıp kalmıştım… Sıcaklık o gün 40 derecenin üzerindeydi zaten... Çocuk gibi yalın ayak attım kendimi çöllerin kızgın kumlarına... ohhh romatizmalarıma ne güzel geliyor Allahım! Filmlerde gördüğüm o dehşet çöller ayaklarımın altındaydı şimdi… Kızım ve damadım benim hoşlandığımı görünce terler içinde de olsalar onlar da bana ayak uydurdular… Deve kervanıyla turistlerin gezdiği kervana biz de katıldık… Bu defa deve sırtında birbirine bağlı kafile ile çöl gezmeye başladık. Her ne kadar develer çok fena kokuyor olsalar da sırtlarında gezerken hissedilmiyordu. Zaten sevimlilikleri de kokularını bastırıyordu. Kızımla aynı deveyi paylaşmıştık. Arkamızdaki devede oturan emre’nin sık sık bize seslenmesiyle zoraki dönüp bakışımızdan oluşan komik fotoğraflar harika birer anı olarak kaldı. Turistik kervanla gezintinin en hoş kısmı sahilde okyanus suları içinde olan bölümüydü. Tepemizden güneş vururken develerin ayaklarına çarpan dalgalar ferahlatıyordu bizi. Kumsalda denize giren insanların alkış sesleri arasında develerle gezinmenin keyfi tahmin edilir sanırım.


ASUMAN SOYDAN ATASAYAR
SYDNEY’DE GÖRDÜKLERİM(6.Eylül.2009- 31Ocak 2010) (gezi-gözlem)

SYDNEY’DE GÖRDÜKLERİM(6.Eylül.2009- 31Ocak 2010) (gezi-gözlem)
Beş ay süren Avustralya seyahatimin dikkatime takılan bölümlerini kâğıt ve kalemimle paylaşırken yeniden yaşadım o güzel hatıralarımı. İtiraf etmeliyim, okyanus ötesinde inanılmaz bir doğa harikasının ve bilinçli şehirleşmenin getirdiği doyumsuz güzelliklerin biraz sarhoşuydum desem yeridir. Tüm içtenliğimle söyleyebilirim ki, okyanus ötesindeydim ama yüreğim seninleydi inan ki sevgili vatanım. Hem geziyor hem de iç geçiriyordum: ''Neden benim ülkemi böyle düşünen, yöneten yok? '' diye. Şehir merkezindeki insanla, merkezden km.lerce uzaklarda köylerde yaşayan insanlara aynı hizmetin gitmesini hayranlıkla ve kendi ülkem adına esefle geziyor, dolaşıyordum.
Gelişmiş ve çok düzenli bir memlekette olmanın avantajlarıyla harika bir rahatlık ve konfor içinde doğan bebeğimizin kucağıma verilişiyle değişen ruh halimi, kaleme dökememenin acizliğini yaşıyordum. Bir yandan anneanne olmanın getirdiği bir konumu içime oturtmaya çalışırken, öbür yanda düzgün yönetilen bir ülkenin insanlarının huzur ve güven içinde yaşayışlarının bir gözlemcisi durumundaydım adeta.

Bebeğimizin annesiyle uyum içine girip rahatlamasıyla, benim de Sydney’i gezip görme dürtülerim uyanmıştı. Anlatılan güzellikleri birebir görmek istiyordum doğal olarak. Hafta içinde fırsat buldukça eve yakın yerlerde dolaşıyordum. Kızımın oturduğu ev Parramatta Nehri kenarlarına yakın olduğu için ilk olarak buradan başlamıştım gezintiye. Parramatta Nehri kenarlarında gezinti ve yürüyüş için çok güzel mekânların bulunması benim için bulunmaz nimetti. Hafta içi hemen her gün o güzelim yörede hem yürüyor hem inceliyordum sosyal ve doğal dokuyu. Cadde sokaklarında, çarşılarında geziyordum... Yarım buçuk İngilizcemin yetmediği zaman beden dilim devreye girince alış-veriş yaparken çok komik şeyler oluyordu. Gördüğüm her tabelayı zihnime yazmaya çalışarak, yolumu kaybetme riskimi azaltıyordum gittiğim ilk günlerde. İnsanlarının son derece sıcak, güler yüzlü ve medeni oluşları güven içinde huzurlu bir tatil yaptırdı bana. Ömrümün en uzun ve en güzel tatiliydi benim için.
Güney yarım kürede yer alan Sydney’e eylül ayında, ilkbaharın uyandığı mevsimde gelmiş olmam pek çok güzelliği yaşattı bana... Yeşilliği coşturan iklim ve mevsimin yanında, insan rahatlığını ve huzurunu hedef alarak kurulmuş olan şehrin yaşam kalitesi oldukça yüksekti. Tüm evler, villalar harika bahçeleriyle huzur içinde bir görünümdeydiler. Bir gün yağmur yağarken ertesi gün denize girilebilen veya gün içinde bile değişebilen bir hava durumu içinde de olsa havasının temizliği her şeye değerdi doğrusu. Çünkü sanayi bölgesi şehrin oldukça dışında olduğundan tertemiz okyanus havasını kirletecek hiç bir etmen yoktu bu şehirde.

ŞEHİR MERKEZİ(city center)
Pek çok liman ve koylara sahip olan Sydney’de Pasifik Okyanusu’ndan karanın içlerine kadar giren Sydney Limanı ile Parramatta Nehri’nin kavuşum yerine yakın, harika bir manzarada kurulmuş olan şehir merkezi, inanılmaz bir güzelliği bağrında barındırıyor. Limanlar, koylar, sahiller, plajlar kenti olan Sydney’in şehir merkezi de başlı başına bir değerler manzumesiydi bence. Opera Binası’nı geziyorum müthiş bir tabiat manzarası eşliğinde… Denizin içine doğru çıkmış ve denizden oldukça yüksek bir seviyede kurulmuş olan Sydney’in sembolü Opera Binası’nın çok değişik ve güzellikteki mimari yapısını hayranlıkla izledim. Çevresinde dolaşırken önce hangi tarafa bakayım diye seçim yapamama acizliğine düştüm desem yeridir. Bembeyaz dev bir kuşun kanatlarının çırpınışına benzetiyorum binanın mimarisini. Çevresinde dolaşırken küfül küfül esen rüzgârın getirdiği tatlı okyanus ferahlığı ile bir tarafında devasa Harbour Köprüsü’nü, diğer taraftan okyanusa doğru boğaz gibi açılan liman üzerinde onlarca gelip giden vapurlar, yatlar, yelkenler izliyoruz. Diğer tarafında Royal Botanik Bahçesi’nin zümrüt gibi yeşilliğinin hemen yanında devasa plazaların yer aldığı şehir merkezinin görüntüleri arasında ruhumun uçuştuğunu hissettim… İnanılmaz güzellikte, dehşet bir manzara vardı karşımda. Kızıma diyorum ki çocuk şımarıklığı içinde: “Siz gidin beni burada bırakın, ben burada yatacağım! ”. Gülüyorlar: “Dur anne! Daha ne güzellikler göreceksin bu memlekette, bunlar daha ne ki! Sen kim bilir neler yazacaksın buraları gezdikçe” diyorlardı.
Gece gezmenin apayrı bir güzelliği var şehir merkezinin… Kartpostalların üzerinde yaşayan hayal dünyası gibiydi ama gündüz seyretmek daha bir hoş geldi bana.
Dünyanın en yüksek köprüsü olma özelliğini taşıyan (Hourbour Bridge) Liman Köprüsü’nün yapısı hayli ilginçti. İki kattan oluşan köprünün alt katından oto yolu, tren yolu ve yaya yolu olmak üzere üç tür yol geçiyor. Tabi ki yaya yolu en kenarda olduğu için harika bir manzara eşliğinde yürüyüş yapmak mümkün. İntihar vakasının oluşmaması için göğüs hizasına kadar demir parmaklık ve belli aralıklarda güvenlik için polislerinin bulunması bu ihtimali yok etmiş. İkinci katı ise köprünün üzerinde derin bir yay çizerek yükseliyor ve sadece turistik amaçlı kullanılıyor. Bu yol üzerinde yürümek isteyenler ücret karşılığında yürüyor. Demir halatlara belinizden kelepçelenerek bağlanıyorsunuz. Sıkı emniyet tedbirleri eşliğinde dağa tırmanır gibi köprünün yay şeklindeki üst katına tırmanarak limanla nehrin kavuşum manzarasını ve şehrin dehşet güzellikte yeşillik ve yapılarını çok daha yükseklerden seyredebiliyorsunuz. Okyanustan gelen rüzgârın tatlı esintisi de insanın içine apayrı bir mutluluk katıyordu.

ROYAL BOTANİK BAHÇESİ
Royal Botanik Bahçesini gezmek için bir günümüzü ayırmıştık. Çok büyük olduğunu söylediler. Opera binasının önünden geçerek girdiğimiz bahçenin şirin ruhu hemen sarıp sarmalamıştı benim yeşil seven ruhumu. Sol tarafımda İstanbul Boğazının daha bir genişletilmiş halini anımsatan okyanus manzarasıyla birlikte bahçenin derinliğine doğru ilerledikçe cennet ötesi bir yere gelmişim hissi uyandırdı içimde. Olamaz böyle bir güzellik diyordum kendi kendime. “Rabbim buralara daha mı çok özenmiş ne? ” diye acılıyor gözlerim. Ama kıymet bilen insanlara da helal olsun. O muhteşem bitki örtüsünü korumak daha da güzelleştirip insan yaşamına sunmak için, yaşatmak için nasıl akıllıca tedbirler alınmış. Yürüme yollarının ve ağaçların dışında kalan her santimetre kareyi çimlendirip çiçeklendirmişler. Havuzların içinde dev yapraklı nilüferlerin, güzelliklerini sergilemek için köpüren çiçeklerin, ağaçların mutluluğu yüzlerinden okunuyordu. Her biri birer ilahi şemsiye niteliğinde olan devasa tropikal ağaçların, palmiyelerin hiç biri ihmal edilmeksizin bebek gibi korunmuş olduklarını gördüm. Saatlerce her köşesinin seyrine doyamadan, tadı damağımda kalarak gezdiğimiz Royal Botanik parkından, ileriki günlerde yeniden gelmeye söz vererek ayrıldık. Daha sonra Mckell ve Nielsen gibi birkaç nasyonal park daha gezdik. Hepsinin de aynı bakım, itina ile aynı estetik ruhu ve insanlığa hizmet aşkı ile donatılmış olduğunu hayranlık içinde gezdik gördük.
Gezimizin birinde, Botanik Parkın az ilerisinde resim ve heykellerin sergilendiği Art Galeria'yı (sanat galerisi) gezdik kızımla. Dünyanın her yerinden getirilen çok sayıda resim ve heykeller sergileniyor burada. Müzenin mimari yapısından, sergilenen eserlere kadar her şey çok hoştu. İlgi alanıma da girdiği için buradaki eserlerin fotoğraflarını çekip kameraya alabildim fakat Aborjin sanatlarına ayrılan bölümde fotoğraf çekmeme izin verilmedi. Sebebi de Aborjin halkına saygıdanmış. Aborjinlerin mistik inanışlarından kaynaklanıyordu sanırım. Aborjinlerin el sanatları ve resimleri de oldukça ilginçti. Genellikle noktalardan oluşan renkli desenler çiziyorlar tüm el işlerinin üzerine.

MONORAİL(mini tren)
Sydney’in şehir merkezinde sayısız gezinti yapacak, görecek çok şey olduğunu söyleyebilirim. Şehrin üzerinde tek ray sistemiyle gezinti yaptıran mini tren (monorail) ile şehrin üzerinde dolaşmak apayrı bir güzeldi… Trene bir kere bilet alıp binince istediğin zaman inebiliyormuşsun… Bunu duyunca kızıma: “Ayaklarım dinlenene kadar tur atalım. Şehri böylece daha iyi görmüş olurum” dedim. Şehrin üzerinde kaç tur attığımızı hesaplamadım. Kızımla birbirimize yaslanarak hem konuşup hem de fotoğraflarını çekerek döndük de döndük! Oh ne güzel sohbet yeriymiş. Hem şehri yukarıdan seyret, hem de sohbet et arkadaşınla!
Dev plazaların orta katları hizasında caddeler üzerinden geçiyoruz. Darling Limanı, Sydney Limanı üzerinde turlar atarak o tatlı yaşam meydanını izlemek oldukça keyifliydi.

DARLING LİMANI
Sydney Limanı’nın hemen yanında yer alan küçük ama doyumsuz güzelliğe sahip olan Darling Harbour'la (Sevgililer Limanı) Sydney Limanı arasında iki defa yat gezisi yaptık. Darling Limanı’nın güzelliğini anlatmak, seyrine doymak mümkün değil.
Darling Limanı'nın çevresinde oldukça hareketli bir yaşam var. Liman çevresinde çok güzel otel, restoran, kafe, akvaryum ve sinemaların dizilmiş olması burayı çok canlı tutuyor. Sydney’in en kalabalık yeri denebilir. Akvaryumdan su altındaki hayatı izleyip elvan çeşit balık ve deniz hayvanlarını, özellikle köpek balıklarını yakından görmek hem ürpertiyor tenimi hem de ilahi gücün sınırsız model ve şekillerini düşündüren okyanus altı yaşamını birebir takip etme şansına sahip oluyordum.

HYDE PARK VE AFRİKALI KADINLARIN GÖSTERİLERİ
Şehir merkezinin içinde yer alan Hyde Park içinde devleşmiş palmiye ağaçlarının gölgesinde Afrikalı zenci kadınların çılgın danslarıyla kutladıkları kendilerine özgü etkinliklerini izlerken benim de dansa katılasım gelmişti… Öyle kendilerinden geçmiştiler ki, simsiyah derilerini dikkate sunmak için ilginç kıyafet ve takılarıyla, yorulmak bilmeyen kıvrak bedenleriyle ilgi topluyorlardı. Hayli ilginç kadınlar vardı burada… Hintli kadınlar da ayrı bir renk cümbüşü içindeydiler zaten.

ANZAK ANITI VE ÇANAKKALE
Hyde Park'ın içinde gezerken Anzak Anıtı’nı görür görmez daldım hemen içine tabi ki... Bu anıtı gezerken çok duygulu anlar yaşadım… Zaten Çanakkale sözü geçer geçmez ağlayan bir insanım. Tam üzerine düşmüştüm... Anıtın içinde Anzak askerlerinin Gelibolu’yla ilgili tüm hatıraları sergilendiği gibi ekranlardan 1915 yılında Anzakların savaşa gidişleri, Gelibolu’ya çıkışları, çarpışma sahnelerinin kamera görüntüleri monitörlerden yayınlanıyordu... Hayret ettim yine. O yıllarda Anzak askerlerinin ellerinde kameraları varmış. Savaşa katılan askerlerin 95 yıl öncesinde bile konserve kavanozlarıyla her türlü gıdaları temin ediliyormuş. O yıllara ait resimlerden de anlaşıldığı gibi askerlerin kıyafet ve teçhizatları oldukça bol ve kaliteliymiş. Bizim Mehmetçik ise üzüm hoşafıyla kuru ekmeği bile zor bularak çarpışmış yavrucaklar... Çok hüzünlü sahneler vardı orda... Anıttan ayrılırken gözlerimde yaş vardı.

ABORJİNLER
Avustralya'nın asıl yerlisi olan Aborjinlere limanda rastlamak mümkün... Koyu renkli tenlerini pek kapatmak istemeyen vahşi görünümlü Aborjin erkekleri, yüzlerine ve vücutlarına beyaz boya ile çizgi çizgi desen yaparak, ilginç takılarıyla çok vahşi bir görünüm içinde, yol kenarında gelen geçen turistlere gösteri yapıyorlar. Ellerinde kendilerine özgü iki metreye yakın uzunlukta borazana benzeyen Didjerido denilen, ''dooot'' diye kalın bir ses çıkaran geleneksel müzik aletini çalarak sanat icra ediyorlar ve turistlerle fotoğraf çektirerek hayatlarını kazanıyorlar...
1700 lü yıllarda İngiliz asıllı insanların buralara gelerek bambaşka bir dünya kurmaları biraz kanlı olsa da bu ülkenin asil sahipleri olan Aborjinlerin, Avustralya Yasaları önünde şimdi her konuda üstün hakları ve öncelikleri varmış. Buraların ilk sahibi olmaktan öte hiç bir özelliği bulunmayan bu insanlar şehirlerde pek yaşamıyorlarmış. Ülkenin iç kısımlarında, bu kadar gelire ve haklara sahip olmalarına rağmen hâlâ ilkel yaşamlarını sürdürüyorlarmış… Büyük bir yüzdesi de uyuşturucu kullanıyormuş zaten… Söylentiye göre devlet özellikle onları maddi manevi yönden destek vererek ülke yönetiminden uzak tutuyormuş... Aborjinlerden okuyan, ticaret, siyaset hayatına atılan pek yokmuş...

ASYALILAR VE TÜRKLER
Bir tarafta Avrupalıların bir tarafta Hintlilerin başka bir tarafta Çinlilerin, Zencilerin, Arapların, Türklerin açtıkları stantlarda yöresel ve kültürel özelliklerini taşıyan eşyaları gezmek, restoranlarında -yiyebilirsen- yemek yemek(!) çok güzel oluyor... Biz sadece Arap ve Türk lokantalarında ancak lezzetle yemek yiyebiliyorduk. Bir defasında da Tayland yemeğini rahatlık içinde yemiştim. Çünkü sebze ağırlıklı idi. Diğerlerinin kokusu ve içine konulan malzemelere alışkanlığım olmadığı için asla tatlarına bakmadım. Türk marketlerinde Türk marka ve ürünleriyle dolu olan raflar var şükür ki. Adım başı diyebileceğim kadar Türk kebapçı ve dönercileri var burada. Türk el sanatlarıyla otantik bir şekilde düzenlenmiş olan Mado dondurmacısında baklava ve su böreği bulma imkânının olması da çok güzel bir duyguydu benim için.
AUSSİE(OZİ)
Avustralya devletinin asıl ağırlıklı nüfusu olan İngiliz asıllı insanlar kendilerine Avusturalyan anlamına gelen AUSSİE (Ozi) diyorlar. Bu insanların temiz ve medeni davranışları, sıcaklık ve dürüstlükleri çok takdire şayan gerçekten. Bizim tarih derslerimizden öğrendiğimiz soğuk ve menfaatperest olarak bildiğimiz İngilizler buraya gelince gen değiştirmişler sanki!

HUZUR ÜLKESİ
İnsan haklarının, fırsat eşitliğinin ve gelir dağılımının adaletli verilmesinin getirdiği rahatlık ve huzur, insanların yüzlerine öyle yansımış ki herkesin birbirine gülerek bakışını her yerde müşahede etmek mümkün bu şehirde. Ekonomik gelir seviyesinin üstünlüğü, kontrol mekanizmasının duyarlı çalışması, caydırıcı cezaların yüksekliği toplumun suç oranını oldukça düşürmüş. Maddi ve insani huzur ve güvenin üst seviyede oluşunu hayranlıkla dinliyor ve görüyordum. Geneli Avrupalı ve Asyalılardan oluşan nüfusun kalabalık olmayışı ve insanların kurallara riayet etmesiyle gittiğimiz her yerde bir sükûnet ve düzen görüyorum. Trafikte korna sesi duymak, toplu mekânlarda insan gürültüsüyle kulak tıkamak, karmaşa yaşamak, pislik ve çöp atıntısı görmek diye bir şeye rastlamadım kaldığım sürece. Arap ve Hintlilerin ülkeye gelmelerinden sonra hırsızlık ve suç oranının arttığını çok kişiden duydum ne yazık ki! Dil, din, ırk ayrım hissine kapılmadan yaşanılan en huzurlu yermiş burası… Kiliselerin çok sık olması dikkat çekse de insanlar her konuda oldukça serbest ve rahatlar… Hintlilerin açık havada toplanarak toplu ibadet ettiklerine çok kez rastladım. Yöresel, milli ve dinî kıyafetleriyle dolaşan insanlar içinde en fazla Hintli ve Araplar vardı.

SAHİLLERİ
Her hafta sonu bir köşesine zaman ayırıyoruz... Öyle bir tabiat ki, sadece Sydney şehrinin sınırları içinde onlarca, hilal biçiminde yan yana dizilmiş koylarında plaj ve kumsallar gezdik haftalarca. Bir o kadar da park ve gezinti yerleri dolaştık. “Gezmek ile bitmez anne! ” diyor Volkan: “Gel vizeni uzatalım da hepsini gezdirelim sana” diyor. “Hepsinin tadı aynı nasıl olsa oğlum, ne size ne de bu şehre doyamam” diyorum.
Bir hafta sonu Manly Sahili, bir hafta Coogee Sahili, diğer hafta Cronulla, Brington, Belmoral, Wetsons Bay, Bondi ve isimlerini hatırımda tutamadığım onlarca sahillerinde gezdik, eğlendik, temaşa ettik Eda bebeğimiz izin verdiği müddet içinde. Tüm kumsal ve sahillerin hepsi birbirinden güzel olsa da özellikle eni bakımından dünyanın en geniş sahili olma özelliğine sahip olan Bondi sahili ve bölgesi tek kelimeyle harikaydı. Mavinin tüm tonlarını güneş ışıkları altında ılık okyanus meltemi eşliğinde seyrederken zaman dursun istiyor insanın içi.

Köpük köpük coşarak gelen dev okyanus dalgalarının kumsala gelip vuruşunu izlemek için kıyı boyunca yüzlerce metre uzayıp giden yürüyüş yollarında gezerken, diğer yanımızda da bin bir yeşillik ve renkler içinde değişik mimari özelliklerde yapılmış cıvıl cıvıl villaları izlemenin tadı dehşet gerçekten. Allah bu dehşet güzelliği yaratırken onun kıymetini de bilecek insanlar göndermiş buralara. Her ne kadar mazisi hakkında kötü şeyler yazılıyor olsa bile sonuca bakarak güzel şeyler söyleyip hakkını teslim etmeliyiz bu milletin diyorum.
Kilometrelerce kıyı boyunca, başka bir gün kilometrelerce kuzey kısımlara doğru yolculuk yapıyoruz. Çocukların tatil veya izinli oldukları günlerde başka şehirlere gezinti yaptık... İhmal edilmiş, atıl bırakılmış tek santimetre karelik yer olmadığı gibi şehrin içlerinde ve dış kısımlarında adım başı gayet zevkli ve konforlu mesire yerleri, gezinti yerleri, yeşil sahalara, parklara yer verilmiş olduğunu görüyorum. Her kumsalın içinde plaj için gerekli olan duş, tuvalet, dinlenme, piknik ve yürüyüş yapma bölümlerinin temizliği takdire şayan doğrusu… Bizim cami tuvaletlerine bile burnumu tutmadan giremediğimi düşündükçe üzülüyordum şahsen (istisnaları çok az da olsa var tabii ki) .

ÇOCUKLAR VE ÖZÜRLÜLERE GÖSTERİLEN ÖZEN
Eda bebeğimiz de bizimle birlikte Sydney’i adım adım geziyor… Kâh çocuk arabasında, kâh kucağımızda bazen sahilde bazen göl ve nehir kıyısında bazen de dağ ve orman yollarında geziyoruz. Her zaman özel aracımızla değil bazen de ulaşım araçlarını tanımak amacıyla otobüs ve tren ile gezinti yaptık. Hiç bir yerde sıkıntı çekmedik. Çünkü her şey ilk önce çocuklar ve özürlüler için tasarlanmış. Asla ihmal edilmemiş. Otobüsler, trenler, yollar, gezinti yerleri, eğlence yerleri, alış-veriş merkezleri ve tuvaletlerde mutlaka bebekler ve özürlüler için bir kolaylık bulunuyor. En dikkatimi çeken şey ise şehrin tüm trafik lambalarında yayanın beklememesi için yeşil ışık düğmesinin bulunması ve yeşil ışık yanışından sonra “Çang! .. Çang! .. Çang! ..” diye körler için uyarı sesi geliyor olmasıydı... İstanbul’un henüz birkaç merkezinde bulunan bu özellik kırklı-ellili yıllardan beri buranın en ücra köşelerinde bile bulunuyormuş.
Bu kadar hayranlık uyandıran devasa yapılaşma ve teknolojik gelişmişliğin tarihçesine baktığımızda üzüldüm doğrusu… Devasa köprünün, yolların, şehrin altındaki birkaç katlı ve 36 peronluk tren yolu ağının yapılış tarihlerinin kimisi bizim cumhuriyetimizle, kimisi cumhuriyetin çok öncesine dayanıyor... Bunlar çağ atlarken, bizim henüz büyük şehirlerimizin yolu, suyu ve elektriği yoktu belki de…

MAVİ DAĞLAR
Bir gün Blue Maunts'a (Mavi Dağlar) çıktık çocuklarla. Şehirden bir buçuk saatlik uzakta olan dağa çıkarken seyrettiğim manzarayı tasvir etmemin zaten imkânı yok. Her ne kadar kamera ve fotoğraflarla güzelliği yansıtmaya çalışsam da o muhteşem tabiatı çıplak gözle seyretmenin tadını vermiyor. Dağ demeye şahit lazım. Kilometrelerce yol almamıza rağmen hiç kıvrımı olmayan son derece bakımlı otoban yoldan çıkıyoruz dağ dedikleri yerlere. Benim asıl hayranlık duyduğum şey; dağların, ormanların, ücra köşelerin bile her metre karesine adil bir şekilde uzanan devletin şefkatli eline oldu. Büyük şehirde gördüğümüz her şey dağda da var, köyde de… Sağlı sollu yol boyunca yan yana birbirinden güzel villaların güzelliği karşısında hangi birinin resmini çekeceğimi şaşırıyorum. İstisnasız her villanın önünde itina ile peyzajı düzenlenmiş harika ağaçlar ve çiçekler başımızı döndürüyor. Birbirine yakın mesafelerde insanlar için tabiatın içinde dinleneceği, huzur bulacağı çok geniş park ve piknik yerleri buralarda daha da çoğalıyor. Günlerdir şehrin her cadde ve sokaklarında gördüğüm ev ve bahçelerinin aynı güzellik ve çeşitliliği, dağın tepesindeki köy demeye şahit lazım olan yerlere kadar devam ediyordu. Doyumsuz güzellikler arasında ilerleyerek tepeye ulaştık. Arabamızdan indiğimizde bizi müthiş bir dağ kokusu ve ferahlığı karşıladı. Çok fazla yüksek olmayan, bir birini kıvrılarak takip eden sıradağları, bir tepesinden diğerlerini seyretmek için yer düzenlenmiş. Turistik bir yer olan tepe noktasından diğerlerine baktığımız zaman sıkça kaplı ormanların mavimsi bir renk almasından dolayı Mavi Dağlar dendiğini öğrendim. Alçalıp yükselerek birbiri ardınca uzanan dağların üzerinde kaplı duran, yemyeşil ormanların yukarıdan görüntüsü balta girmemiş gibi görünse de, içlerinde kilometrelerce uzayıp giden yürüyüş yollarında ilerlerken beni hayrete düşüren bir şey daha vardı. Yürüyüş için ayarlanan yollar asla bitki örtüsüne zarar vermeyecek şekilde ayarlanmıştı. Dağları seyrettiğimiz tepenin hemen yanında bizim peri bacaları tipini andıran, oldukça yüksek üç tane kaya yan yana duruyor. THREE SİSTERS (üç kız kardeşler) adı verilen bu kayaların efsanevi bir hikâyesi varmış. Taşlaştığına inanılan bu kardeşlerin hikâyesini yazılı olarak anlatan tabelalar asılıydı. Ve çevresini ziyaret etmeye gelen turistler bir hayli kalabalıktı. Teleferik ve trenle orman içinde tatlı turlar atmak mümkün. Ayrıca belediye otobüsleri ile dağların gidilebilen her yerine turlar yapılıyor.
Dağların, ormanlarının içi, dışı, köyü, şehri istisnasız temiz ve düzenli idi.

HAYVANAT BAHÇESİ
Sydney'de gördüklerimin içinde yine hoş bir yer vardı; hayvanat bahçesi.
Sadece Avustralya'ya ait olan hayvanları yakından görmek, onlara yem vermek harikaydı bence… Kanguru yavrularına külahla yem yedirdim. Okaliptüs ağacının uyuşturucu özelliği olan yapraklarıyla beslendikleri için ağaç dallarının üzerinde uyuklayan kualaların yumuşacık tüylerini okşadım... Elvan çeşit kuş, balık, deniz hayvanları ve sürüngenler... Tazmanya canavarı, pelikanlar, penguenler, timsahlar, rengârenk papağanlar, kanatlarıyla gösteri yapan muhteşem tavus kuşları, yılanlar vs. daha aklıma gelmeyen yüzlerce hayvan… Saydığım hayvanların hemen çoğu serbest geziyorlardı… Ziyaretçilerden kaçmayışları çok hoş bir ortam oluşturuyordu... Hele ''emo'' denilen bir tür deve kuşu vardı ki onunla bayağı ahbap olmuştuk... Alışık olmadığımız hayvanları yakından tanımış olmak hakikaten çok zevkliydi...

Hülasa, bu şehirde insanı sarıp sarmalayan çok hoş bir büyü vardı. Sanki huzur büyüsüydü… Gözlerimle görüp yaşayınca anladım buraya gelenlerin neden dönmek istemediklerini. Haklıydılar… Üzülerek söylüyorum, kendi ülkelerinde olmayan pek çok güzellik, hak hukuk, insanlık burada vardı gerçekten. Kaldığım sürece konuştuğum Türklerden dönmek isteyenine veya oradan şikâyet edenine rastlamadım. Ama yine de ülkemizi özlüyor. anlatırken gözleri doluyordu hepsinin de.

ASUMAN SOYDAN ATASAYAR
Beş ay süren Avustralya seyahatimin dikkatime takılan bölümlerini kâğıt ve kalemimle paylaşırken yeniden yaşadım o güzel hatıralarımı. İtiraf etmeliyim, okyanus ötesinde inanılmaz bir doğa harikasının ve bilinçli şehirleşmenin getirdiği doyumsuz güzelliklerin biraz sarhoşuydum desem yeridir. Tüm içtenliğimle söyleyebilirim ki, okyanus ötesindeydim ama yüreğim seninleydi inan ki sevgili vatanım. Hem geziyor hem de iç geçiriyordum: ''Neden benim ülkemi böyle düşünen, yöneten yok? '' diye. Şehir merkezindeki insanla, merkezden km.lerce uzaklarda köylerde yaşayan insanlara aynı hizmetin gitmesini hayranlıkla ve kendi ülkem adına esefle geziyor, dolaşıyordum.
Gelişmiş ve çok düzenli bir memlekette olmanın avantajlarıyla harika bir rahatlık ve konfor içinde doğan bebeğimizin kucağıma verilişiyle değişen ruh halimi, kaleme dökememenin acizliğini yaşıyordum. Bir yandan anneanne olmanın getirdiği bir konumu içime oturtmaya çalışırken, öbür yanda düzgün yönetilen bir ülkenin insanlarının huzur ve güven içinde yaşayışlarının bir gözlemcisi durumundaydım adeta.

Bebeğimizin annesiyle uyum içine girip rahatlamasıyla, benim de Sydney’i gezip görme dürtülerim uyanmıştı. Anlatılan güzellikleri birebir görmek istiyordum doğal olarak. Hafta içinde fırsat buldukça eve yakın yerlerde dolaşıyordum. Kızımın oturduğu ev Parramatta Nehri kenarlarına yakın olduğu için ilk olarak buradan başlamıştım gezintiye. Parramatta Nehri kenarlarında gezinti ve yürüyüş için çok güzel mekânların bulunması benim için bulunmaz nimetti. Hafta içi hemen her gün o güzelim yörede hem yürüyor hem inceliyordum sosyal ve doğal dokuyu. Cadde sokaklarında, çarşılarında geziyordum... Yarım buçuk İngilizcemin yetmediği zaman beden dilim devreye girince alış-veriş yaparken çok komik şeyler oluyordu. Gördüğüm her tabelayı zihnime yazmaya çalışarak, yolumu kaybetme riskimi azaltıyordum gittiğim ilk günlerde. İnsanlarının son derece sıcak, güler yüzlü ve medeni oluşları güven içinde huzurlu bir tatil yaptırdı bana. Ömrümün en uzun ve en güzel tatiliydi benim için.
Güney yarım kürede yer alan Sydney’e eylül ayında, ilkbaharın uyandığı mevsimde gelmiş olmam pek çok güzelliği yaşattı bana... Yeşilliği coşturan iklim ve mevsimin yanında, insan rahatlığını ve huzurunu hedef alarak kurulmuş olan şehrin yaşam kalitesi oldukça yüksekti. Tüm evler, villalar harika bahçeleriyle huzur içinde bir görünümdeydiler. Bir gün yağmur yağarken ertesi gün denize girilebilen veya gün içinde bile değişebilen bir hava durumu içinde de olsa havasının temizliği her şeye değerdi doğrusu. Çünkü sanayi bölgesi şehrin oldukça dışında olduğundan tertemiz okyanus havasını kirletecek hiç bir etmen yoktu bu şehirde.

ŞEHİR MERKEZİ(city center)
Pek çok liman ve koylara sahip olan Sydney’de Pasifik Okyanusu’ndan karanın içlerine kadar giren Sydney Limanı ile Parramatta Nehri’nin kavuşum yerine yakın, harika bir manzarada kurulmuş olan şehir merkezi, inanılmaz bir güzelliği bağrında barındırıyor. Limanlar, koylar, sahiller, plajlar kenti olan Sydney’in şehir merkezi de başlı başına bir değerler manzumesiydi bence. Opera Binası’nı geziyorum müthiş bir tabiat manzarası eşliğinde… Denizin içine doğru çıkmış ve denizden oldukça yüksek bir seviyede kurulmuş olan Sydney’in sembolü Opera Binası’nın çok değişik ve güzellikteki mimari yapısını hayranlıkla izledim. Çevresinde dolaşırken önce hangi tarafa bakayım diye seçim yapamama acizliğine düştüm desem yeridir. Bembeyaz dev bir kuşun kanatlarının çırpınışına benzetiyorum binanın mimarisini. Çevresinde dolaşırken küfül küfül esen rüzgârın getirdiği tatlı okyanus ferahlığı ile bir tarafında devasa Harbour Köprüsü’nü, diğer taraftan okyanusa doğru boğaz gibi açılan liman üzerinde onlarca gelip giden vapurlar, yatlar, yelkenler izliyoruz. Diğer tarafında Royal Botanik Bahçesi’nin zümrüt gibi yeşilliğinin hemen yanında devasa plazaların yer aldığı şehir merkezinin görüntüleri arasında ruhumun uçuştuğunu hissettim… İnanılmaz güzellikte, dehşet bir manzara vardı karşımda. Kızıma diyorum ki çocuk şımarıklığı içinde: “Siz gidin beni burada bırakın, ben burada yatacağım! ”. Gülüyorlar: “Dur anne! Daha ne güzellikler göreceksin bu memlekette, bunlar daha ne ki! Sen kim bilir neler yazacaksın buraları gezdikçe” diyorlardı.
Gece gezmenin apayrı bir güzelliği var şehir merkezinin… Kartpostalların üzerinde yaşayan hayal dünyası gibiydi ama gündüz seyretmek daha bir hoş geldi bana.
Dünyanın en yüksek köprüsü olma özelliğini taşıyan (Hourbour Bridge) Liman Köprüsü’nün yapısı hayli ilginçti. İki kattan oluşan köprünün alt katından oto yolu, tren yolu ve yaya yolu olmak üzere üç tür yol geçiyor. Tabi ki yaya yolu en kenarda olduğu için harika bir manzara eşliğinde yürüyüş yapmak mümkün. İntihar vakasının oluşmaması için göğüs hizasına kadar demir parmaklık ve belli aralıklarda güvenlik için polislerinin bulunması bu ihtimali yok etmiş. İkinci katı ise köprünün üzerinde derin bir yay çizerek yükseliyor ve sadece turistik amaçlı kullanılıyor. Bu yol üzerinde yürümek isteyenler ücret karşılığında yürüyor. Demir halatlara belinizden kelepçelenerek bağlanıyorsunuz. Sıkı emniyet tedbirleri eşliğinde dağa tırmanır gibi köprünün yay şeklindeki üst katına tırmanarak limanla nehrin kavuşum manzarasını ve şehrin dehşet güzellikte yeşillik ve yapılarını çok daha yükseklerden seyredebiliyorsunuz. Okyanustan gelen rüzgârın tatlı esintisi de insanın içine apayrı bir mutluluk katıyordu.

ROYAL BOTANİK BAHÇESİ
Royal Botanik Bahçesini gezmek için bir günümüzü ayırmıştık. Çok büyük olduğunu söylediler. Opera binasının önünden geçerek girdiğimiz bahçenin şirin ruhu hemen sarıp sarmalamıştı benim yeşil seven ruhumu. Sol tarafımda İstanbul Boğazının daha bir genişletilmiş halini anımsatan okyanus manzarasıyla birlikte bahçenin derinliğine doğru ilerledikçe cennet ötesi bir yere gelmişim hissi uyandırdı içimde. Olamaz böyle bir güzellik diyordum kendi kendime. “Rabbim buralara daha mı çok özenmiş ne? ” diye acılıyor gözlerim. Ama kıymet bilen insanlara da helal olsun. O muhteşem bitki örtüsünü korumak daha da güzelleştirip insan yaşamına sunmak için, yaşatmak için nasıl akıllıca tedbirler alınmış. Yürüme yollarının ve ağaçların dışında kalan her santimetre kareyi çimlendirip çiçeklendirmişler. Havuzların içinde dev yapraklı nilüferlerin, güzelliklerini sergilemek için köpüren çiçeklerin, ağaçların mutluluğu yüzlerinden okunuyordu. Her biri birer ilahi şemsiye niteliğinde olan devasa tropikal ağaçların, palmiyelerin hiç biri ihmal edilmeksizin bebek gibi korunmuş olduklarını gördüm. Saatlerce her köşesinin seyrine doyamadan, tadı damağımda kalarak gezdiğimiz Royal Botanik parkından, ileriki günlerde yeniden gelmeye söz vererek ayrıldık. Daha sonra Mckell ve Nielsen gibi birkaç nasyonal park daha gezdik. Hepsinin de aynı bakım, itina ile aynı estetik ruhu ve insanlığa hizmet aşkı ile donatılmış olduğunu hayranlık içinde gezdik gördük.
Gezimizin birinde, Botanik Parkın az ilerisinde resim ve heykellerin sergilendiği Art Galeria'yı (sanat galerisi) gezdik kızımla. Dünyanın her yerinden getirilen çok sayıda resim ve heykeller sergileniyor burada. Müzenin mimari yapısından, sergilenen eserlere kadar her şey çok hoştu. İlgi alanıma da girdiği için buradaki eserlerin fotoğraflarını çekip kameraya alabildim fakat Aborjin sanatlarına ayrılan bölümde fotoğraf çekmeme izin verilmedi. Sebebi de Aborjin halkına saygıdanmış. Aborjinlerin mistik inanışlarından kaynaklanıyordu sanırım. Aborjinlerin el sanatları ve resimleri de oldukça ilginçti. Genellikle noktalardan oluşan renkli desenler çiziyorlar tüm el işlerinin üzerine.

MONORAİL(mini tren)
Sydney’in şehir merkezinde sayısız gezinti yapacak, görecek çok şey olduğunu söyleyebilirim. Şehrin üzerinde tek ray sistemiyle gezinti yaptıran mini tren (monorail) ile şehrin üzerinde dolaşmak apayrı bir güzeldi… Trene bir kere bilet alıp binince istediğin zaman inebiliyormuşsun… Bunu duyunca kızıma: “Ayaklarım dinlenene kadar tur atalım. Şehri böylece daha iyi görmüş olurum” dedim. Şehrin üzerinde kaç tur attığımızı hesaplamadım. Kızımla birbirimize yaslanarak hem konuşup hem de fotoğraflarını çekerek döndük de döndük! Oh ne güzel sohbet yeriymiş. Hem şehri yukarıdan seyret, hem de sohbet et arkadaşınla!
Dev plazaların orta katları hizasında caddeler üzerinden geçiyoruz. Darling Limanı, Sydney Limanı üzerinde turlar atarak o tatlı yaşam meydanını izlemek oldukça keyifliydi.

DARLING LİMANI
Sydney Limanı’nın hemen yanında yer alan küçük ama doyumsuz güzelliğe sahip olan Darling Harbour'la (Sevgililer Limanı) Sydney Limanı arasında iki defa yat gezisi yaptık. Darling Limanı’nın güzelliğini anlatmak, seyrine doymak mümkün değil.
Darling Limanı'nın çevresinde oldukça hareketli bir yaşam var. Liman çevresinde çok güzel otel, restoran, kafe, akvaryum ve sinemaların dizilmiş olması burayı çok canlı tutuyor. Sydney’in en kalabalık yeri denebilir. Akvaryumdan su altındaki hayatı izleyip elvan çeşit balık ve deniz hayvanlarını, özellikle köpek balıklarını yakından görmek hem ürpertiyor tenimi hem de ilahi gücün sınırsız model ve şekillerini düşündüren okyanus altı yaşamını birebir takip etme şansına sahip oluyordum.

HYDE PARK VE AFRİKALI KADINLARIN GÖSTERİLERİ
Şehir merkezinin içinde yer alan Hyde Park içinde devleşmiş palmiye ağaçlarının gölgesinde Afrikalı zenci kadınların çılgın danslarıyla kutladıkları kendilerine özgü etkinliklerini izlerken benim de dansa katılasım gelmişti… Öyle kendilerinden geçmiştiler ki, simsiyah derilerini dikkate sunmak için ilginç kıyafet ve takılarıyla, yorulmak bilmeyen kıvrak bedenleriyle ilgi topluyorlardı. Hayli ilginç kadınlar vardı burada… Hintli kadınlar da ayrı bir renk cümbüşü içindeydiler zaten.

ANZAK ANITI VE ÇANAKKALE
Hyde Park'ın içinde gezerken Anzak Anıtı’nı görür görmez daldım hemen içine tabi ki... Bu anıtı gezerken çok duygulu anlar yaşadım… Zaten Çanakkale sözü geçer geçmez ağlayan bir insanım. Tam üzerine düşmüştüm... Anıtın içinde Anzak askerlerinin Gelibolu’yla ilgili tüm hatıraları sergilendiği gibi ekranlardan 1915 yılında Anzakların savaşa gidişleri, Gelibolu’ya çıkışları, çarpışma sahnelerinin kamera görüntüleri monitörlerden yayınlanıyordu... Hayret ettim yine. O yıllarda Anzak askerlerinin ellerinde kameraları varmış. Savaşa katılan askerlerin 95 yıl öncesinde bile konserve kavanozlarıyla her türlü gıdaları temin ediliyormuş. O yıllara ait resimlerden de anlaşıldığı gibi askerlerin kıyafet ve teçhizatları oldukça bol ve kaliteliymiş. Bizim Mehmetçik ise üzüm hoşafıyla kuru ekmeği bile zor bularak çarpışmış yavrucaklar... Çok hüzünlü sahneler vardı orda... Anıttan ayrılırken gözlerimde yaş vardı.

ABORJİNLER
Avustralya'nın asıl yerlisi olan Aborjinlere limanda rastlamak mümkün... Koyu renkli tenlerini pek kapatmak istemeyen vahşi görünümlü Aborjin erkekleri, yüzlerine ve vücutlarına beyaz boya ile çizgi çizgi desen yaparak, ilginç takılarıyla çok vahşi bir görünüm içinde, yol kenarında gelen geçen turistlere gösteri yapıyorlar. Ellerinde kendilerine özgü iki metreye yakın uzunlukta borazana benzeyen Didjerido denilen, ''dooot'' diye kalın bir ses çıkaran geleneksel müzik aletini çalarak sanat icra ediyorlar ve turistlerle fotoğraf çektirerek hayatlarını kazanıyorlar...
1700 lü yıllarda İngiliz asıllı insanların buralara gelerek bambaşka bir dünya kurmaları biraz kanlı olsa da bu ülkenin asil sahipleri olan Aborjinlerin, Avustralya Yasaları önünde şimdi her konuda üstün hakları ve öncelikleri varmış. Buraların ilk sahibi olmaktan öte hiç bir özelliği bulunmayan bu insanlar şehirlerde pek yaşamıyorlarmış. Ülkenin iç kısımlarında, bu kadar gelire ve haklara sahip olmalarına rağmen hâlâ ilkel yaşamlarını sürdürüyorlarmış… Büyük bir yüzdesi de uyuşturucu kullanıyormuş zaten… Söylentiye göre devlet özellikle onları maddi manevi yönden destek vererek ülke yönetiminden uzak tutuyormuş... Aborjinlerden okuyan, ticaret, siyaset hayatına atılan pek yokmuş...

ASYALILAR VE TÜRKLER
Bir tarafta Avrupalıların bir tarafta Hintlilerin başka bir tarafta Çinlilerin, Zencilerin, Arapların, Türklerin açtıkları stantlarda yöresel ve kültürel özelliklerini taşıyan eşyaları gezmek, restoranlarında -yiyebilirsen- yemek yemek(!) çok güzel oluyor... Biz sadece Arap ve Türk lokantalarında ancak lezzetle yemek yiyebiliyorduk. Bir defasında da Tayland yemeğini rahatlık içinde yemiştim. Çünkü sebze ağırlıklı idi. Diğerlerinin kokusu ve içine konulan malzemelere alışkanlığım olmadığı için asla tatlarına bakmadım. Türk marketlerinde Türk marka ve ürünleriyle dolu olan raflar var şükür ki. Adım başı diyebileceğim kadar Türk kebapçı ve dönercileri var burada. Türk el sanatlarıyla otantik bir şekilde düzenlenmiş olan Mado dondurmacısında baklava ve su böreği bulma imkânının olması da çok güzel bir duyguydu benim için.
AUSSİE(OZİ)
Avustralya devletinin asıl ağırlıklı nüfusu olan İngiliz asıllı insanlar kendilerine Avusturalyan anlamına gelen AUSSİE (Ozi) diyorlar. Bu insanların temiz ve medeni davranışları, sıcaklık ve dürüstlükleri çok takdire şayan gerçekten. Bizim tarih derslerimizden öğrendiğimiz soğuk ve menfaatperest olarak bildiğimiz İngilizler buraya gelince gen değiştirmişler sanki!

HUZUR ÜLKESİ
İnsan haklarının, fırsat eşitliğinin ve gelir dağılımının adaletli verilmesinin getirdiği rahatlık ve huzur, insanların yüzlerine öyle yansımış ki herkesin birbirine gülerek bakışını her yerde müşahede etmek mümkün bu şehirde. Ekonomik gelir seviyesinin üstünlüğü, kontrol mekanizmasının duyarlı çalışması, caydırıcı cezaların yüksekliği toplumun suç oranını oldukça düşürmüş. Maddi ve insani huzur ve güvenin üst seviyede oluşunu hayranlıkla dinliyor ve görüyordum. Geneli Avrupalı ve Asyalılardan oluşan nüfusun kalabalık olmayışı ve insanların kurallara riayet etmesiyle gittiğimiz her yerde bir sükûnet ve düzen görüyorum. Trafikte korna sesi duymak, toplu mekânlarda insan gürültüsüyle kulak tıkamak, karmaşa yaşamak, pislik ve çöp atıntısı görmek diye bir şeye rastlamadım kaldığım sürece. Arap ve Hintlilerin ülkeye gelmelerinden sonra hırsızlık ve suç oranının arttığını çok kişiden duydum ne yazık ki! Dil, din, ırk ayrım hissine kapılmadan yaşanılan en huzurlu yermiş burası… Kiliselerin çok sık olması dikkat çekse de insanlar her konuda oldukça serbest ve rahatlar… Hintlilerin açık havada toplanarak toplu ibadet ettiklerine çok kez rastladım. Yöresel, milli ve dinî kıyafetleriyle dolaşan insanlar içinde en fazla Hintli ve Araplar vardı.

SAHİLLERİ
Her hafta sonu bir köşesine zaman ayırıyoruz... Öyle bir tabiat ki, sadece Sydney şehrinin sınırları içinde onlarca, hilal biçiminde yan yana dizilmiş koylarında plaj ve kumsallar gezdik haftalarca. Bir o kadar da park ve gezinti yerleri dolaştık. “Gezmek ile bitmez anne! ” diyor Volkan: “Gel vizeni uzatalım da hepsini gezdirelim sana” diyor. “Hepsinin tadı aynı nasıl olsa oğlum, ne size ne de bu şehre doyamam” diyorum.
Bir hafta sonu Manly Sahili, bir hafta Coogee Sahili, diğer hafta Cronulla, Brington, Belmoral, Wetsons Bay, Bondi ve isimlerini hatırımda tutamadığım onlarca sahillerinde gezdik, eğlendik, temaşa ettik Eda bebeğimiz izin verdiği müddet içinde. Tüm kumsal ve sahillerin hepsi birbirinden güzel olsa da özellikle eni bakımından dünyanın en geniş sahili olma özelliğine sahip olan Bondi sahili ve bölgesi tek kelimeyle harikaydı. Mavinin tüm tonlarını güneş ışıkları altında ılık okyanus meltemi eşliğinde seyrederken zaman dursun istiyor insanın içi.

Köpük köpük coşarak gelen dev okyanus dalgalarının kumsala gelip vuruşunu izlemek için kıyı boyunca yüzlerce metre uzayıp giden yürüyüş yollarında gezerken, diğer yanımızda da bin bir yeşillik ve renkler içinde değişik mimari özelliklerde yapılmış cıvıl cıvıl villaları izlemenin tadı dehşet gerçekten. Allah bu dehşet güzelliği yaratırken onun kıymetini de bilecek insanlar göndermiş buralara. Her ne kadar mazisi hakkında kötü şeyler yazılıyor olsa bile sonuca bakarak güzel şeyler söyleyip hakkını teslim etmeliyiz bu milletin diyorum.
Kilometrelerce kıyı boyunca, başka bir gün kilometrelerce kuzey kısımlara doğru yolculuk yapıyoruz. Çocukların tatil veya izinli oldukları günlerde başka şehirlere gezinti yaptık... İhmal edilmiş, atıl bırakılmış tek santimetre karelik yer olmadığı gibi şehrin içlerinde ve dış kısımlarında adım başı gayet zevkli ve konforlu mesire yerleri, gezinti yerleri, yeşil sahalara, parklara yer verilmiş olduğunu görüyorum. Her kumsalın içinde plaj için gerekli olan duş, tuvalet, dinlenme, piknik ve yürüyüş yapma bölümlerinin temizliği takdire şayan doğrusu… Bizim cami tuvaletlerine bile burnumu tutmadan giremediğimi düşündükçe üzülüyordum şahsen (istisnaları çok az da olsa var tabii ki) .

ÇOCUKLAR VE ÖZÜRLÜLERE GÖSTERİLEN ÖZEN
Eda bebeğimiz de bizimle birlikte Sydney’i adım adım geziyor… Kâh çocuk arabasında, kâh kucağımızda bazen sahilde bazen göl ve nehir kıyısında bazen de dağ ve orman yollarında geziyoruz. Her zaman özel aracımızla değil bazen de ulaşım araçlarını tanımak amacıyla otobüs ve tren ile gezinti yaptık. Hiç bir yerde sıkıntı çekmedik. Çünkü her şey ilk önce çocuklar ve özürlüler için tasarlanmış. Asla ihmal edilmemiş. Otobüsler, trenler, yollar, gezinti yerleri, eğlence yerleri, alış-veriş merkezleri ve tuvaletlerde mutlaka bebekler ve özürlüler için bir kolaylık bulunuyor. En dikkatimi çeken şey ise şehrin tüm trafik lambalarında yayanın beklememesi için yeşil ışık düğmesinin bulunması ve yeşil ışık yanışından sonra “Çang! .. Çang! .. Çang! ..” diye körler için uyarı sesi geliyor olmasıydı... İstanbul’un henüz birkaç merkezinde bulunan bu özellik kırklı-ellili yıllardan beri buranın en ücra köşelerinde bile bulunuyormuş.
Bu kadar hayranlık uyandıran devasa yapılaşma ve teknolojik gelişmişliğin tarihçesine baktığımızda üzüldüm doğrusu… Devasa köprünün, yolların, şehrin altındaki birkaç katlı ve 36 peronluk tren yolu ağının yapılış tarihlerinin kimisi bizim cumhuriyetimizle, kimisi cumhuriyetin çok öncesine dayanıyor... Bunlar çağ atlarken, bizim henüz büyük şehirlerimizin yolu, suyu ve elektriği yoktu belki de…

MAVİ DAĞLAR
Bir gün Blue Maunts'a (Mavi Dağlar) çıktık çocuklarla. Şehirden bir buçuk saatlik uzakta olan dağa çıkarken seyrettiğim manzarayı tasvir etmemin zaten imkânı yok. Her ne kadar kamera ve fotoğraflarla güzelliği yansıtmaya çalışsam da o muhteşem tabiatı çıplak gözle seyretmenin tadını vermiyor. Dağ demeye şahit lazım. Kilometrelerce yol almamıza rağmen hiç kıvrımı olmayan son derece bakımlı otoban yoldan çıkıyoruz dağ dedikleri yerlere. Benim asıl hayranlık duyduğum şey; dağların, ormanların, ücra köşelerin bile her metre karesine adil bir şekilde uzanan devletin şefkatli eline oldu. Büyük şehirde gördüğümüz her şey dağda da var, köyde de… Sağlı sollu yol boyunca yan yana birbirinden güzel villaların güzelliği karşısında hangi birinin resmini çekeceğimi şaşırıyorum. İstisnasız her villanın önünde itina ile peyzajı düzenlenmiş harika ağaçlar ve çiçekler başımızı döndürüyor. Birbirine yakın mesafelerde insanlar için tabiatın içinde dinleneceği, huzur bulacağı çok geniş park ve piknik yerleri buralarda daha da çoğalıyor. Günlerdir şehrin her cadde ve sokaklarında gördüğüm ev ve bahçelerinin aynı güzellik ve çeşitliliği, dağın tepesindeki köy demeye şahit lazım olan yerlere kadar devam ediyordu. Doyumsuz güzellikler arasında ilerleyerek tepeye ulaştık. Arabamızdan indiğimizde bizi müthiş bir dağ kokusu ve ferahlığı karşıladı. Çok fazla yüksek olmayan, bir birini kıvrılarak takip eden sıradağları, bir tepesinden diğerlerini seyretmek için yer düzenlenmiş. Turistik bir yer olan tepe noktasından diğerlerine baktığımız zaman sıkça kaplı ormanların mavimsi bir renk almasından dolayı Mavi Dağlar dendiğini öğrendim. Alçalıp yükselerek birbiri ardınca uzanan dağların üzerinde kaplı duran, yemyeşil ormanların yukarıdan görüntüsü balta girmemiş gibi görünse de, içlerinde kilometrelerce uzayıp giden yürüyüş yollarında ilerlerken beni hayrete düşüren bir şey daha vardı. Yürüyüş için ayarlanan yollar asla bitki örtüsüne zarar vermeyecek şekilde ayarlanmıştı. Dağları seyrettiğimiz tepenin hemen yanında bizim peri bacaları tipini andıran, oldukça yüksek üç tane kaya yan yana duruyor. THREE SİSTERS (üç kız kardeşler) adı verilen bu kayaların efsanevi bir hikâyesi varmış. Taşlaştığına inanılan bu kardeşlerin hikâyesini yazılı olarak anlatan tabelalar asılıydı. Ve çevresini ziyaret etmeye gelen turistler bir hayli kalabalıktı. Teleferik ve trenle orman içinde tatlı turlar atmak mümkün. Ayrıca belediye otobüsleri ile dağların gidilebilen her yerine turlar yapılıyor.
Dağların, ormanlarının içi, dışı, köyü, şehri istisnasız temiz ve düzenli idi.

HAYVANAT BAHÇESİ
Sydney'de gördüklerimin içinde yine hoş bir yer vardı; hayvanat bahçesi.
Sadece Avustralya'ya ait olan hayvanları yakından görmek, onlara yem vermek harikaydı bence… Kanguru yavrularına külahla yem yedirdim. Okaliptüs ağacının uyuşturucu özelliği olan yapraklarıyla beslendikleri için ağaç dallarının üzerinde uyuklayan kualaların yumuşacık tüylerini okşadım... Elvan çeşit kuş, balık, deniz hayvanları ve sürüngenler... Tazmanya canavarı, pelikanlar, penguenler, timsahlar, rengârenk papağanlar, kanatlarıyla gösteri yapan muhteşem tavus kuşları, yılanlar vs. daha aklıma gelmeyen yüzlerce hayvan… Saydığım hayvanların hemen çoğu serbest geziyorlardı… Ziyaretçilerden kaçmayışları çok hoş bir ortam oluşturuyordu... Hele ''emo'' denilen bir tür deve kuşu vardı ki onunla bayağı ahbap olmuştuk... Alışık olmadığımız hayvanları yakından tanımış olmak hakikaten çok zevkliydi...

Hülasa, bu şehirde insanı sarıp sarmalayan çok hoş bir büyü vardı. Sanki huzur büyüsüydü… Gözlerimle görüp yaşayınca anladım buraya gelenlerin neden dönmek istemediklerini. Haklıydılar… Üzülerek söylüyorum, kendi ülkelerinde olmayan pek çok güzellik, hak hukuk, insanlık burada vardı gerçekten. Kaldığım sürece konuştuğum Türklerden dönmek isteyenine veya oradan şikâyet edenine rastlamadım. Ama yine de ülkemizi özlüyor. anlatırken gözleri doluyordu hepsinin de.

ASUMAN SOYDAN ATASAYAR





Kaydol:
Kayıtlar (Atom)