GÜLCE DE BİZİM KARDEŞİM!
İlk olarak 2006 yılında, Türk Edebiyat ve şiir dünyasına oldukça emek vermiş olan çok değerli bir grup edebiyatçı ve şiir üstatları, bir araya gelerek, edebiyatımızın artık bir yeniliğe ve gelişime ihtiyacı olduğunu düşünmüşler. “Gülce Edebiyat Akımı” adında yeni bir akım geliştirmişler. Ve bu konuda oldukça kafa yormuş, emek vermişler. Nerdeyse tarih olacak olan aruz veznimize, hece ve serbest tarzlar içinde sıkışmış olan şiirimize biraz nefes vermek amacıyla bu üçüne de sadık kalarak 19 çeşit yeni nazım şekilleri geliştirmişler... Ama asla geçmişimizden kopmadan, ödün vermeden gelişme uğruna verilen bu emekleri takdir etmemek mümkün değil. Hem aruz hem hece hem de serbest şiirlerimizi bünyesinde muhafaza ederek, hepsi bizim diyerek, yeni nazım şekilleriyle harika bir yol denemesine girmişler… Biraz insafı olan için inanılmaz bir güzellik bu bence…
Mustafa Ceylan, Osman Öcal, Harun Yiğit, Refika Doğan ve Yusuf Bozan isimlerinin başı çektiği ve daha çok değerlerin katıldığı çiçeği burnunda ama istikbale kanca atmış bir akım bu.
Akımın öncüleri, bu hareketi, nazım şekilleri arasındaki kardeş kavgasına son vermek olarak nitelendiriyorlar. Üç tür nazım şekline sahip olan Türk Şiirinde, herkes bir şeklin tarafında yer alırken; Gülce Akım Öncüleri, “üçü de bizim” diyerek sahip çıkmış ve hepsinden bir harman oluşturarak çeşitli alternatifler sunmuşlar şair kalemlere.
Allah’ın bir lütfu olarak hasbel kader geçen yıl bana da içlerine girmek ve tanışmak nasip oldu bu değerli kalem erbaplarıyla ( yani internet üzerinden)… Bu akımın öncülerine saygı duyduğum için, önce ne yapmak istediklerini okudum, araştırdım. Yeniliğe açık olan karakterim sayesinde ön yargılı davranmadan baktım ki, benim arayıp bulamadığım, -daha doğrusu- ifade edemediğim görüşler bunlar… Kendime çok uygun bulduğum için hemen Gülce tarzında şiirler yazmaya koyuldum. Çünkü kendimi daha rahat ifade edebiliyordum. Benim kalemime ruhuma uygun, biçilmiş kaftandı bu şekiller.
Bu yıl içinde Allah nasip etti Gülce’nin öncüleriyle birlikte tasarlanan 2010 yılı projesinin bir ucundan da ben tuttum. Benim çalışmamın konusu, Kahraman ve Öncü Türk Kadınlarının hayatlarını Gülce tarzında şiirleştirerek, onların şimdiye kadar yazılmamış destanlarını yazdım Türk Milli Kültürü’ne önemli bir hizmet olduğuna inanarak… Yirmi İki tane öncü kadınımızın hayatı destanlaştı bu sayede. Kimisi Kurtuluş savaşı öncüsü fedakar analarımız, kimisi mesleklerinde ilk olmayı başaran değerli kadınlarımız bunlar. Her biri kendi dalında birer değer birer mücevher Türk Milleti için. Bunlar tozlu raflardan silkelenerek gün ışığına çıkartıldılar tarafımdan…
Diğer arkadaşlarımız da her biri bir konuda destanlar, efsaneler yazdılar.(Halk efsaneleri, Dede Korkut Hikâyeleri, Türk Destanları, Peygamberlerin Hayatları v.b. Hala yazıyoruz ve inşallah bu birlik ruhu içinde yazmaya devam edeceğiz.
Birliği, dirliği, kardeşliği, gelişme ve ilerlemeyi şiar edinmiş olan Gülce Akımını, benimsemiş bir insan olarak yaptığım bu çalışmaları ben de herkes gibi çeşitli edebiyat sitelerinde yayınlıyorum…
Ama gelgelelim ki, daha önceki yazımda bahsettiğim yeni olan her şeye engel olma görevini üstlenmiş karakterde bir kaç şahıs, ellerinden gelse yırtıp çöpe atacaklar bizim bu çalışmalarımızı… Yalnız bana değil bu akımın öncüsü olan tüm arkadaşlarımıza hakarete varan sözlü saldırılar ve hırçınlıklar içine girdiklerini görüyoruz.
Harâretli tartışmalarından anlaşılıyor ki hiç birisi de, bu nedir diye okumamış, incelememiş , veya yüzeysel bir göz atışla yetinerek, önyargılarıyla eleştirel davranışlara giriyorlar…
Bu şahışlara:
-Ya kardeşim, senin alışmış olduğun şiiri elinden alan yok, bunlara karşı çıkan yok!… Biz aruz, serbest ve hece; üçü de bizim bunlarsız asla edebiyat olmaz dediğimiz halde, sırf nefis tatmini için saldırıyorsun sen. Beğenirsin beğenmezsin o senin bileceğin şey ama bu hırçınlık niye? Diyorum.
Hayret bir şey!
“Kendi tarzında yazsana, niye başkalarına özeniyorsun? “ diye bir mesaj aldım geçenlerde.
Ben de soruyorum bu harika(!) soruya karşılık:
- Arkadaşım, şiirlerini yazdığın tek şiir kalıbı olan koşma da, Karacaoğlan’a uzanmıyor mu? Neden Karacaoğlan’ı taklit ediyorsun peki sen? Kendi tarzını oluştursana! diyorum ben de...
Her olgunun bir başlangıcı bir ilki vardır. Kabul edenleri tarafından geniş halk kitlelerine ulaştırıp yayılırlar…
Hececilerin, serbestçilerin, aruzcuların, bu güne kadar yazanların hepsi de özentiliymiş demek ki…Çünkü bu akımlar da gökten inmediler ya! Hepsinin bir başlatanı, bir öncüsü vardı elbette. Bu gün sen de o öncüler tarafından öğrendin ve benimsedin hece şiirini. Veya diğerlerini… M.Akif, Necip Fazıl, Nazım Hikmet; tüm şairler özentili demek ki… Çünkü onların da benimsediği bir akım, tarz sahibi insanlar vardı sonuçta…
Yazmayı beceremiyorsan yazanları alkışla!
Alkışlamaya için elvermiyorsa sessiz kal!
Ne demişler? ” Söz biliyorsan konuş seni âlim sansınlar, bilmiyorsan sus da ârif sansınlar!”
Takılmış plak gibi, sırf eleştirme ve engel olma görevini yerine getirmek amacıyla aynı havayı tekrar etmenin bir anlamı yok…
İzan ve insaf! ! !
27.12.2010- İst- Asuman Soydan Atasayar
11 Ocak 2011 Salı
SANAT VE EDEBİYATIN ANA KAYNAĞI
Hayat yolu her zaman düz ve açık değildir ne yazık ki. Yaşamın içinde iniş ve çıkışlar mutlaka olacaktır. Gülmek kadar ağlamak da hayatın bir gerçeğidir. Bazen dibe vuruşlar, bazen sarp yokuşlar çıkabiliyor karşımıza. Bu iniş çıkışların mesafesi, derinliği kişiden kişiye değişecektir. Ve etkisi de her kişide farklı boyuttadır. Bazı insanlar bu iniş çıkışların kıvrımlarında yaşadıklarını, hissettiklerini, gözlemlerini, düşüncelerini etkili bir biçimde yazarak çizerek, anlatmak, somutlaştırmak isteğiyle kıvanırlar. Bu istek kişiyi sanata ve edebiyata yönlendirir ve ilk basamağını oluşturur.
Yüreğinde sancı çekmeyen bir sanatçı, bir şair, bir yazar asla olamaz diye düşünüyorum. “sanatçı olunmaz sanatçı doğulur” diyen yüce Atamızın sanatçıya değer veren sözü, bilimsel olarak kanıtlanmış olsa da, bu yeteneklerin ortaya çıkmasını tetikleyen unsurlar, acılar ve zorluklardır… Yaşanan zorluklar, acılar, sıkıntılar kişiyi ebedileştirmek için ruhundan fışkırmaya, soyutken somut olmaya doğru akacaktır. Acı ile fışkıran ruh, bir sanat eserine dönüşerek sancı çeken kişiyi belki de ölümsüzleştirecektir…
Fakat benim en büyük sloganım: “Sanat ve edebiyatın ana kaynağı sevgidir” diyorum. Karakterinde sevgi barındırmayan hiçbir duygunun, sanatsal değeri olan bir somutlaşması olamaz bence. Nasıl ki susuz bir hayat düşünülemezse sevgisiz de sanat düşünülemez. Nefret, kin üzerine veya bir duygu hissedilmeden bina edilen bir sanatın benimsenmesi mümkün değildir. Hatta doğması veya yaşaması mümkün değildir. Ruh güzelliğinin izdüşümüdür eserler, bazen şiir, bazen resim, bazen şarkı, heykel ve bunun gibi...
Nasıl ki ressam ruhunu fırça ve renkler çiziyorsa, şiir de kelimelerin çizdiği şair ruhunun resmidir.
Ancak bu resimler; seyredilmek ister, okunmak, anlaşılmak, paylaşılmak ister doğal olarak. Seyirci kitlesinin niteliği ve niceliği bu ruhun resmini amacına ulaştıracaktır.
Her şair ve sanatçı ancak kendi ruhundan kopan parçaları resmedebilir.
Bu resmi seyredenler kendilerinde ortak payda bulamazlarsa seyretmekten çabuk vazgeçerler. Kalıcı olanlar ise izleyiciyle ortak yüreği yakalayabilenlerdir.
Kelimelerle ruhumuzun resmini çizmek için sosyo-psikolojik ve bilgi düzeyinde ne çok malzememiz varsa o denli kaliteli şiir veya eser ortaya koyabiliriz. Nasıl ki ressamın resmini tuvale yansıtması için kaliteli malzeme gerekli ise şair için de kaliteli bilgi birikimi gereklidir. Yetenek olmazsa olmazlarımızdandır ancak yeteneğe kalite ve yön veren bilgi düzeyidir. Kaliteli malzeme ve sevgi ile çizilen bir resmi seyretmekten haz almayan olmayacaktır, olamaz da.
Zorluklar karşısında sevmeyi, direnmeyi, mücadeleyi bilenler için her zahmet bir rahmete dönüşecektir. Eserler, zorluk ve acı sınavının ödülüdür, madalyasıdır bana göre.
İnsan olmanın en değerli özelliği her zorluğa rağmen aşk ve sevgiyi yaşayıp yaşatabilmesidir. Aşk ile yoğrulan, bilgi ile mayalanan eserler sahibini ölümsüzleştirecektir.
Her anımızda sevgiyi yaşayıp yaşatmamız dileği ile…
Nisan-2010-İstanbul ASUMAN SOYDAN ATASAYAR
ÇARPICI GERÇEKLER
Suyu yokuşa sürüp, su gücünü tüketen
Hakkı kimden alıyor hükümdar gölge varlık?
Düşüncesi dar olan zihniyete isyanım!
Dualarım olmasa boğar beni bu darlık!
….. Devran döndü ışıdı içindeki tüm renkler
…….Dikkatime takıldı şu çarpıcı gerçekler!
Anlayışı kıt olan kıtlığını bilseydi
Seyrangâhlı bahçemiz, lâbirente dönmezdi
Fitne fesat düzenin nefesi kesilseydi
Sâfi gülen gözlerin tebessümü sönmezdi.
……İnsanım deme sakın barikat ören adam!
……En alçak mertebedir sana münasip yaşam!
Azgın kızgın suratlar, kulağıma dolarken
Gitmiyor başucumdan uğultulu dumanlar!
Sevgimin tebessümü yüreğime dolarken
Kaç maskeye sığınmış, benden ikbâl umanlar!
……Kördüğümlü zamanda, efkârı benden sağan
……Hayatın kuvvetinden, hayâlim daha yaman!
Çirkinliği yok eden, YARATAN’ın ismi ki;
Yedi rengin içinde yaşam güzel değil mi?
Yürüyün yılgın başlar, başka yol mu kalmadı?
EN SANAT eserinde seyret gitsin hayatı!
ASUMAN SOYDAN ATASAYAR
Hayat yolu her zaman düz ve açık değildir ne yazık ki. Yaşamın içinde iniş ve çıkışlar mutlaka olacaktır. Gülmek kadar ağlamak da hayatın bir gerçeğidir. Bazen dibe vuruşlar, bazen sarp yokuşlar çıkabiliyor karşımıza. Bu iniş çıkışların mesafesi, derinliği kişiden kişiye değişecektir. Ve etkisi de her kişide farklı boyuttadır. Bazı insanlar bu iniş çıkışların kıvrımlarında yaşadıklarını, hissettiklerini, gözlemlerini, düşüncelerini etkili bir biçimde yazarak çizerek, anlatmak, somutlaştırmak isteğiyle kıvanırlar. Bu istek kişiyi sanata ve edebiyata yönlendirir ve ilk basamağını oluşturur.
Yüreğinde sancı çekmeyen bir sanatçı, bir şair, bir yazar asla olamaz diye düşünüyorum. “sanatçı olunmaz sanatçı doğulur” diyen yüce Atamızın sanatçıya değer veren sözü, bilimsel olarak kanıtlanmış olsa da, bu yeteneklerin ortaya çıkmasını tetikleyen unsurlar, acılar ve zorluklardır… Yaşanan zorluklar, acılar, sıkıntılar kişiyi ebedileştirmek için ruhundan fışkırmaya, soyutken somut olmaya doğru akacaktır. Acı ile fışkıran ruh, bir sanat eserine dönüşerek sancı çeken kişiyi belki de ölümsüzleştirecektir…
Fakat benim en büyük sloganım: “Sanat ve edebiyatın ana kaynağı sevgidir” diyorum. Karakterinde sevgi barındırmayan hiçbir duygunun, sanatsal değeri olan bir somutlaşması olamaz bence. Nasıl ki susuz bir hayat düşünülemezse sevgisiz de sanat düşünülemez. Nefret, kin üzerine veya bir duygu hissedilmeden bina edilen bir sanatın benimsenmesi mümkün değildir. Hatta doğması veya yaşaması mümkün değildir. Ruh güzelliğinin izdüşümüdür eserler, bazen şiir, bazen resim, bazen şarkı, heykel ve bunun gibi...
Nasıl ki ressam ruhunu fırça ve renkler çiziyorsa, şiir de kelimelerin çizdiği şair ruhunun resmidir.
Ancak bu resimler; seyredilmek ister, okunmak, anlaşılmak, paylaşılmak ister doğal olarak. Seyirci kitlesinin niteliği ve niceliği bu ruhun resmini amacına ulaştıracaktır.
Her şair ve sanatçı ancak kendi ruhundan kopan parçaları resmedebilir.
Bu resmi seyredenler kendilerinde ortak payda bulamazlarsa seyretmekten çabuk vazgeçerler. Kalıcı olanlar ise izleyiciyle ortak yüreği yakalayabilenlerdir.
Kelimelerle ruhumuzun resmini çizmek için sosyo-psikolojik ve bilgi düzeyinde ne çok malzememiz varsa o denli kaliteli şiir veya eser ortaya koyabiliriz. Nasıl ki ressamın resmini tuvale yansıtması için kaliteli malzeme gerekli ise şair için de kaliteli bilgi birikimi gereklidir. Yetenek olmazsa olmazlarımızdandır ancak yeteneğe kalite ve yön veren bilgi düzeyidir. Kaliteli malzeme ve sevgi ile çizilen bir resmi seyretmekten haz almayan olmayacaktır, olamaz da.
Zorluklar karşısında sevmeyi, direnmeyi, mücadeleyi bilenler için her zahmet bir rahmete dönüşecektir. Eserler, zorluk ve acı sınavının ödülüdür, madalyasıdır bana göre.
İnsan olmanın en değerli özelliği her zorluğa rağmen aşk ve sevgiyi yaşayıp yaşatabilmesidir. Aşk ile yoğrulan, bilgi ile mayalanan eserler sahibini ölümsüzleştirecektir.
Her anımızda sevgiyi yaşayıp yaşatmamız dileği ile…
Nisan-2010-İstanbul ASUMAN SOYDAN ATASAYAR
ÇARPICI GERÇEKLER
Suyu yokuşa sürüp, su gücünü tüketen
Hakkı kimden alıyor hükümdar gölge varlık?
Düşüncesi dar olan zihniyete isyanım!
Dualarım olmasa boğar beni bu darlık!
….. Devran döndü ışıdı içindeki tüm renkler
…….Dikkatime takıldı şu çarpıcı gerçekler!
Anlayışı kıt olan kıtlığını bilseydi
Seyrangâhlı bahçemiz, lâbirente dönmezdi
Fitne fesat düzenin nefesi kesilseydi
Sâfi gülen gözlerin tebessümü sönmezdi.
……İnsanım deme sakın barikat ören adam!
……En alçak mertebedir sana münasip yaşam!
Azgın kızgın suratlar, kulağıma dolarken
Gitmiyor başucumdan uğultulu dumanlar!
Sevgimin tebessümü yüreğime dolarken
Kaç maskeye sığınmış, benden ikbâl umanlar!
……Kördüğümlü zamanda, efkârı benden sağan
……Hayatın kuvvetinden, hayâlim daha yaman!
Çirkinliği yok eden, YARATAN’ın ismi ki;
Yedi rengin içinde yaşam güzel değil mi?
Yürüyün yılgın başlar, başka yol mu kalmadı?
EN SANAT eserinde seyret gitsin hayatı!
ASUMAN SOYDAN ATASAYAR
YANLIŞLIKLA YAPILMIŞ EFENDİM
Hani gazete ve internet sayfalarında rastlıyoruz bazen;” ülkem manzaraları” diye ilginç, anormal, asosyal, eksantrik, fantastik resimler olur ya! Hem güler, hem kafa sallarız, “hayret bir şey!” dercesine. Güldürürken düşündüren, “pes yani!” dedirten karikatür gibi görüntüler hep ilgimi çekerdi de, çoğuna foto hilesi derdim. Bundan böyle demeyeceğim. Neden mi? Bu gün benim de yazacağım şey, bizzat şahit olduğum işte öyle bir şey!
Eylül ayında Kuşadası’nda bir arkadaşıma gitmiştim. Güzelim Kuşadası’nın doğasını ve havasının güzelliğini anlatmaya kalkmayacağım. Hele insanının sıcaklığına ve de balığının lezzetine bayılmıştım. Balıkla çok arası olmayan ben, oradan geldiğimden beri balık yemek için fırsat kolluyorum. Bende tiryakilik yapan balık lezzetinden de bahsetmeyeceğim.
Ege ve Akdeniz kıyısındaki turistik yerlerimizdeki ahlaki çöküntüyü bilmeyenimiz yok ama benim gördüğümden başka yerde gören var mı bilmiyorum...
Şimdi sıkı dinleyin!
Misafir kaldığım ev, yazlık olarak kullanıldığı için interneti yoktu ve bir gün acil internet lazım olmuştu bana. Cadde sokak dolaşarak sora sora bir internet kafeye girmiş ve gerekli yazışmalar ve haberleşmelerimi bittikten sonra ücretimi ödeyip çıkarken bir lavabo sormuştum ilgiliden... Bana gösterilen arka bahçenin içinde, üzerinde “lavabo” yazan bir kapıdan girdimde gördüğüm, -eksantrik manzara- karşısında aptallaşmıştım. Gözlerime inanamıyordum. Çünkü genişçe bir odada tam altı tane yan yana dizilmiş klozetle karşılaşmıştım. Evet yanlış duymadınız. Aralarında ne bir paravan, ne de başka bir şey var. Apaçık altı kişilik bir tuvaletti burası. Oh ne güzel, seç beğen! Bay-bayan diye bir şey de yazmıyordu zaten. Allah Allah! Şaşırmıştım. Burası Avrupa mı desem, yok ya Avrupa olamaz. Turistlere hizmet için olabilir miydi? Bende turiste benzeyen bir taraf mı vardı yoksa! Öz be öz Türkçemle sormuştum "lavabo kullanabilir miyim?" diye... Peki, yerli turist için de ayrıca yapsalarmış. Hayır yok. Bir kapısıyla altı klozeti olan bir odaydı burası… Allahtan içerde kimse yoktu. Kapı kilidini kontrol ettim. Uyduruktan bir şey vardı neyse ki…
Düşündüm. Birkaç ay önce Sydney’deydim. Avustralya'nın epeyce şehrini gezme şansım da olmuştu. Orada var mıydı böyle bir şey diye hafızamı zorladım. Çünkü Sydney’in tuvalet haritasını çıkartacak durumdayım. Orada ziyaret etmediğim lavabo herhalde kalmamıştır diye düşünüyorum... Havaalanlarında Hong Kong-Singapur’u da düşünüyorum rastlamadım. Avrupa’da, Amerika’da yaşayan dostlarımızdan da duymadım. Türkiye’de de epeyce yer gezmiş olmama rağmen ne duymuştum ne de görmüştüm böyle bir şeyi… Bir tek Rusya’da varmış galiba buna benzer durumlar… Kendi kendime güldüm…”Ben çok görgüsüzüm galiba! Neden hiç bu kadar modernlikten haberdar olamadım? Rus kültürü içimize girmiş de, haberim olmamış, vay bee!” diye kendimi sorguladım...
Çıktığımda aptallaşmış bir yüz ifadesiyle, oranın sorumlusu olan bir hanıma:
- Afedersiniz! Aynı anda lavabo ihtiyacı olan müşterileriniz, buraya aynı anda birlikte mi giriyorlar? Bu ne saçma bir şey!
diye sorduğum protestolu sözüme karşı aldığım cevap ise hepsinden enteresandı:
- Yanlışlıkla böyle yapılmış efendim, idare ediyoruz işte!” demez mi?
Haydi ne derseniz deyin bunun üzerine! Pes yani!
Her şeyin yanlışlıkla yapıldığını duymuştum da, bir odaya altı klozet yapılma yanlışlığını duymamıştım…
Gören ve duyanınız var mı söylesin lütfen!
26.12.2010-ist- Asuman Soydan Atasayar
Hani gazete ve internet sayfalarında rastlıyoruz bazen;” ülkem manzaraları” diye ilginç, anormal, asosyal, eksantrik, fantastik resimler olur ya! Hem güler, hem kafa sallarız, “hayret bir şey!” dercesine. Güldürürken düşündüren, “pes yani!” dedirten karikatür gibi görüntüler hep ilgimi çekerdi de, çoğuna foto hilesi derdim. Bundan böyle demeyeceğim. Neden mi? Bu gün benim de yazacağım şey, bizzat şahit olduğum işte öyle bir şey!
Eylül ayında Kuşadası’nda bir arkadaşıma gitmiştim. Güzelim Kuşadası’nın doğasını ve havasının güzelliğini anlatmaya kalkmayacağım. Hele insanının sıcaklığına ve de balığının lezzetine bayılmıştım. Balıkla çok arası olmayan ben, oradan geldiğimden beri balık yemek için fırsat kolluyorum. Bende tiryakilik yapan balık lezzetinden de bahsetmeyeceğim.
Ege ve Akdeniz kıyısındaki turistik yerlerimizdeki ahlaki çöküntüyü bilmeyenimiz yok ama benim gördüğümden başka yerde gören var mı bilmiyorum...
Şimdi sıkı dinleyin!
Misafir kaldığım ev, yazlık olarak kullanıldığı için interneti yoktu ve bir gün acil internet lazım olmuştu bana. Cadde sokak dolaşarak sora sora bir internet kafeye girmiş ve gerekli yazışmalar ve haberleşmelerimi bittikten sonra ücretimi ödeyip çıkarken bir lavabo sormuştum ilgiliden... Bana gösterilen arka bahçenin içinde, üzerinde “lavabo” yazan bir kapıdan girdimde gördüğüm, -eksantrik manzara- karşısında aptallaşmıştım. Gözlerime inanamıyordum. Çünkü genişçe bir odada tam altı tane yan yana dizilmiş klozetle karşılaşmıştım. Evet yanlış duymadınız. Aralarında ne bir paravan, ne de başka bir şey var. Apaçık altı kişilik bir tuvaletti burası. Oh ne güzel, seç beğen! Bay-bayan diye bir şey de yazmıyordu zaten. Allah Allah! Şaşırmıştım. Burası Avrupa mı desem, yok ya Avrupa olamaz. Turistlere hizmet için olabilir miydi? Bende turiste benzeyen bir taraf mı vardı yoksa! Öz be öz Türkçemle sormuştum "lavabo kullanabilir miyim?" diye... Peki, yerli turist için de ayrıca yapsalarmış. Hayır yok. Bir kapısıyla altı klozeti olan bir odaydı burası… Allahtan içerde kimse yoktu. Kapı kilidini kontrol ettim. Uyduruktan bir şey vardı neyse ki…
Düşündüm. Birkaç ay önce Sydney’deydim. Avustralya'nın epeyce şehrini gezme şansım da olmuştu. Orada var mıydı böyle bir şey diye hafızamı zorladım. Çünkü Sydney’in tuvalet haritasını çıkartacak durumdayım. Orada ziyaret etmediğim lavabo herhalde kalmamıştır diye düşünüyorum... Havaalanlarında Hong Kong-Singapur’u da düşünüyorum rastlamadım. Avrupa’da, Amerika’da yaşayan dostlarımızdan da duymadım. Türkiye’de de epeyce yer gezmiş olmama rağmen ne duymuştum ne de görmüştüm böyle bir şeyi… Bir tek Rusya’da varmış galiba buna benzer durumlar… Kendi kendime güldüm…”Ben çok görgüsüzüm galiba! Neden hiç bu kadar modernlikten haberdar olamadım? Rus kültürü içimize girmiş de, haberim olmamış, vay bee!” diye kendimi sorguladım...
Çıktığımda aptallaşmış bir yüz ifadesiyle, oranın sorumlusu olan bir hanıma:
- Afedersiniz! Aynı anda lavabo ihtiyacı olan müşterileriniz, buraya aynı anda birlikte mi giriyorlar? Bu ne saçma bir şey!
diye sorduğum protestolu sözüme karşı aldığım cevap ise hepsinden enteresandı:
- Yanlışlıkla böyle yapılmış efendim, idare ediyoruz işte!” demez mi?
Haydi ne derseniz deyin bunun üzerine! Pes yani!
Her şeyin yanlışlıkla yapıldığını duymuştum da, bir odaya altı klozet yapılma yanlışlığını duymamıştım…
Gören ve duyanınız var mı söylesin lütfen!
26.12.2010-ist- Asuman Soydan Atasayar
HAYRAN KALDIM KIRŞEHİRLİYE
İnsanı şair, toprağı şiir
Hayran kaldım sana Kırşehir…
6-7 Kasım 2010 tarihinde Ahiler ve Aşıklar Diyarı Kırşehir’imizde gerçekleştirilen Birinci Aşık Paşa Şiir Şölenine katılmış olmanın onur ve bahtiyarlığını yaşıyorum.
Organizasyonu gerçekleştiren sevgili arkadaşım Zübeyde Gökbulut’a verdiğim sözden sonra heyecanla bekliyordum bu günü…Sonbaharın son ayında olduğumuz için soğuklar baş göstermeye başlayınca “eyvah!” demiştim.”Hava muhalefetine uğrar da gönlümüzce şölenin tadını çıkaramazsak” diyerek havaların müsaadesini istemiştim kalben. Sabahın ilk ışıklarında buz gibi bir havada toprağının üzerine bembeyaz çiğ yağmış halde inmiştim Kırşehir’e…
Bir kısmını önceden tanıdığım ve bazısıyla da orada tanıştığım değerli dostların Grand Terme Hotel’deki kahvaltılarına eşlik ettikten sonra programımız başlamıştı. Kimler yoktu ki! Türkiye’nin dört bir yanından koşup gelen şiir ve edebiyat sevdalısı yüce yürekli insanların arasında olmak, her biri birer değerli şahsiyet olan katılımcılarla yakinen tanışmak güzel bir duyguydu benim için…
Öncelikle şunu belirtmek istiyorum; her gittiğimiz şehirde Anadolu insanından elbette güzel ilgiler alıyorduk ama Kırşehir İnsanı bizi hayran bıraktırdı kendine. Ne de olsa Aşık Paşa, Dadaloğlu, Muharrem Ertaş-Neşet Ertaş, Şemsi Yastıman ve bunun gibi nice aşıkları bağrından çıkarmış bir diyar olmanın doğal sonucuydu. “Bu şehrin geninde var şiir” demekten kendimi alamadım. Üst düzey yönetim kadrosundan, halkına; öğretmeninden öğrencisine kadar şiir yürekliydi Kırşehir. Valisi, Belediye Başkanı,Milletvekili,Emniyet Müdürü, Kültür Müdürü,Müze Müdürü, devletin il ve ilçe teşkilatının her kademesinde görev yapanların biraz şair biraz şiir dostu olduklarını görünce mutluluğumuz doruğa ulaşmıştı.
İlk günümüzde bize tahsis edilen otobüsümüzle önce Kaman’da bizi davullarla karşılayan Abdallar Derneği Başkanı Mümtaz Boyacıoğlu Hocamızın konuğu olduk. Abdallar hakkında bizi aydınlatan güzel bir konuşmasından sonra çalan davullara eşlik ederek oynayan arkadaşlarımızı izleyerek hoşça vakit geçirdik.
Ardından Kaman’da bulunan Japon Bahçesini gezdik.. Bahçe oldukça bakımlıydı. Sonbahar renklerinden oluşan ağaçlar, hepimizin ilgisini çekti. İlahi bir fırça ile boyanmış olan ağaçlarda doğanın en güzel renkleri olan sarı,kırmızı,yeşil ve kahverenginin tonları hakimdi..Kayalar arasından çağlayarak dökülen kar sularının oluşturduğu göletin etrafında zevkli bir tur atıp resimler çekildikten sonra bahçenin içinde yer alan Kalehöyük Arkeoloji Müzesini gezdik. Bu müzenin Japon Anadolu Arkeoloji Enstitüsü’nün çalışmaları sonucu oluştuğunu öğreniyoruz müze müdürü Adnan Güçlü Beyefendiden... Çıkarılan eski çanak çömlek gibi kalıntıların sergilerinden başka, müze içinde minyatür bir höyükle tanıştık . Bu maket höyükte geliştirilmiş olan mekanizma ile kronolojik sıraya göre tunç çağından günümüze kadar tarih dönemlerinin bıraktığı katmanlar hakkında bilgiler aldık.
Güzel bir gezintiden sonra Kaman Belediye Başkanlığınca verilen öğle yemeğinden sonra Kırşehir’imizde bir kültür gezisi yaptık. Aşık Paşa türbesi, Ahi Evran Camii, Cacabey Medresesi gibi tarihi yerleri gezerek pek değerli bilgiler kazandık. En başta Aşık Paşa’nın kim olduğu öğrendikçe utandım kendi adıma. Böyle bir değerimiz varmış da neden tanımadım, tanımadık? diye... Oysa dilimizi korumak için 1200-1300lü yıllarda yazdığı on iki bin beyitlik “Garipname” isimli eserin sahibi olan Aşık Paşa’yı her Türk’ün tanıması anlaması gerekirdi.
Hayranlıkla gezdiğimiz diğer bir eser de Cacabey Medresesi oldu. 1272 yılında Selçuklu Hükümdarı Kılıçarslan oğlu Keyhüsrev zamanında yapılan bu medrese, aynı zamanda dünyanın ilk gözlemeviymiş. Asıl dikkatimi çeken tarafı ise, medresenin dış köşelerine yerleştirilmiş köşe sütunlarıydı. Binanın üç dış köşesinde, duvara bitişik, alt tarafları değişik işlemeli füze maketleri vardı. Selçuklu Türkleri tarafından yapılan bu maket kuleler günümüzde kullanılan modern füzelerin uzaya fırlatılma anının görüntüsüne çok benziyordu. Herkesin görmesini dilerim.
Ekonomik ve sosyal hayatta toplum ve devlet ahlâkının gelişmesine katkısı büyük olan Ahilerin Piri Ahi Evran’ın Türbe ziyaretinden sonra otelimize dönüş, dinleniş ve ardından belediyenin sosyal tesislerinde valimizin otantik döşenmiş bir salonda verdiği yemeğin zevki bambaşkaydı. Valinin, milletvekilinin, emniyet müdürünün,kültür müdürünün şairlerle diz dize oturarak sımsıcak ortamda yenilen akşam yemeğinin ardından Kültür Merkezinde şiir gecemizi gerçekleştirdik.
Şiir gecesi deyip geçilmez. Bu gece çok özel bir geceydi bizim için. Protokolde yer alan Kırşehir Valisi Mehmet Ufuk Erden, Milletvekili Mikail Aslan, İl Emniyet Müdürü Osman Öztürk, İl Kültür Müdürü Fuat Dursun ve pek çok değerli şahsiyetlerin yanı sıra salonu hınca hınç dolduran Kırşehirli gençlerin coşkusu ve ilgisi unutulacak cinsten değildi. İstiklal Marşımızın okunmasıyla başlayan olağanüstü coşkulu yürek birlikteliği, program sonuna kadar kopmadan devam etti. Açılış konuşmasını yapan organizasyonu gerçekleştiren emekli öğretmen Zübeyde Hanım’ın anlamlı konuşması oldukça alkış aldı. Hele bir sunucumuz vardı ki; aynı zamanda halk müziği sanatçısı olan Abdullah Gündüz Bey; sempatik sunumuyla geceye damgasını vuranların başında geliyordu bence. Vali ve milletvekilimizin şiir okuyarak gerçekleştirdikleri anlamlı konuşmaların ardından birer tane kendi şiirlerini seslendiren şair arkadaşlarımızın biri birinden farksız, üstün nitelikte şiirlerini bütün salon nefesini tutarak izledi. Mustafa Firengiz Hocamızın o lâtif üslubuyla yaptığı konuşma ve “Çanakkale Destanı” gözlerden yaş getirtti. Vedat Fidanboy Hocamızın kendine has üslûbuyla “Dandini” şiiri tebessüm bıraktı yüzlerimizde. İlesam Başkanımız Mehmet Nuri Parmaksız Hocamızın gür ve net sesinden şiir dinlemek apayrı bir tattı. Hele de İlesam Kadın Kolları Başkanı İlter Yeşilay Hanım’ın “zeytinin tuzu gibi dudağımda kal biraz” demesi yok muydu o nazik ses tonuyla her şeye değerdi doğrusu. Hangi birini anlatayım. Dedim ya yoktu birbirinden farkı. Sıralamaya asla koyamayacağım değerde olan şairlerden; Ömer Celep, Emin Zeybek, Ahmet Eroğlu,Mustafa Ayvalı, Murat Duman, İsmet Bora Binatlı, Ali Baş, Duran Tamer, Şevki Dinçal, Hikmet Elitaş, Mustafa Turani, Pakize Altan, Ahmet Mahir Peşken, İsmail Adil Şahin, Seyit Kılıç, Sergül Vural, İbrahim Şaşma, Serdar Atabay inanılmaz bir performans sergileyerek ihya ettiler seyircileri. Benim de bayrağımıza hitap ettiğim”Anlatacak Söz Bulsam”isimli şiirimin öğrenciler tarafından beğenildiğini öğrendim ve çok mutlu oldum tabiî ki. Program arasında sazıyla katılan Neşet Ertaş’ın yeğeni olan ama ismin hatırlayamadığım mahalli sanatçıdan türküler dinledik. Program sonunda ise sunucumuz Abdullah Gündüz Bey’in o dehşet güzellikteki sesinden “Çökertmeden Çıktım da Halil’im” sesini duyan Mustafa Frengiz Hocamızın çökertme oynaması gecenin kalitesine kalite kattı. Aslen Kırşehirli olan Cemile Yücel’in harika sesinden “Gel Yanıma Gel Gel” diyen Neşet Ertaş türküsü dinledik. İnanılmaz güzellikte birer ses ve yorumdu ki, hem Abdullah Düzgün Bey’in hem de Cemile Yücel Hanımın ülke çapında tanınmamasına üzüldüm gerçekten. Bu sesleri tüm ülkemizin dinlemesini çok isterdim. Belki ilerde gerçekleşir bu dileğim.
Sahnede plâketlerin, katılım belgelerinin sahiplerini bulması ve hatıra fotoğrafları çekilmesiyle sona eren şiir gecesinin bir ayağı da tekrar gittiğimiz sosyal tesislerde devam etti. Gecenin ilerleyen saatlerinde yerli ozanların sundukları sazlı, sözlü, türkülü ve ikramlı bir aşıklar geçidi izledik.
Böyle bir gece yaşamanın zevkiyle otellerimize dönüp istirahatimize çekildikten sonra ertesi sabah, kahvaltıda buluştuğumuz dostlarımızla birlikte, toprağı konuşturan heykeltıraş Recep Dündar’ın kendine özgü eserlerini tanıtığı ofisine gittik. Her birimizin isimlerini üzerine yazarak bize armağan ettiği Kırşehir toprağından yapılmış mutluluk halkalarımız için teşekkür ettik. Kendisini uluslararası boyutta tanıtmayı başaran, her çalışmasının farklı bir hikayesi olan Recep Beyin anlatacak çok şeyi vardı ama Ankara yolcusu olan arkadaşların acele etmesiyle yarım kaldı sunumu. Benim aklım onun harika çalışmalarında kalmadı desem yalan olur.
Tarihi eser koleksiyonlarıyla evini müze ve bahçesini botanik bahçesi haline getirmiş olan araştırmacı- şair İbrahim Özdemir’in birikimlerini gezerken, Türkiye’nin en genç belediye başkanı özelliğine sahip olan Kırşehir Belediye Başkanı Yaşar Bahçeci Beyefendinin aramıza katılarak ayak üstü sohbetleri kayda değerdi.
Kültür Müdürü ve Müze Müdürünün refakatiyle Mucur’da yer altı şehrini gezip bilgiler aldık. Ardından eski bir milli futbolcu olan Necdet Özbay’ın villasında öğle yemeği yedik. Necdet Özbay’ın Amerikalı olan eşiyle birlikte bize evlerinin bahçesini gezdirdiler. Güneşin pırıl pırıl tepemizde parlaması bahçe zevkini artırmıştı. Ayak üstü bazı arkadaşların şiir ve şarkı sunumlarının ardından bir grup arkadaşımız vedalaşarak ayrıldılar bizden..
“Başlar ve biter böyle mutluluğun tarihi” demiştim bir şiirimde…aynen öyle mutlu geçen iki günün ardından ayrılık saatiyle de hem hal olduktan sonra Zübeyde ve Uğur Gökbulut dostlarımın sağ olsunlar misafirperver ısrarlarıyla bir gece daha kalmaya karar verdim. O güzel yürekli dostun “bari sen kal da hemen yalnız kalıp boşluğa düşmeyelim” demesi dost yüreğinin yansımasıydı. İki günün kritiğini yaparak geçirdiğimiz gecenin ardından Uğur Beyin isteğiyle programda olup da yetiştirilemeyen Kırşehir Kale’sini gezme şansım oldu.
Onlardan ayrılıp İstanbul yoluna revan olunca uzun uzun düşündüm. Ne efsunlu şeysin ey şiir dedim kendi kendime. Böyle yüreklerle iç içe olmamızı sağlayan bize bu fırsatı veren şiir değimliydi? Hangi para gücüyle satın alınabilir ki böyle bir mutluluk.?
Organizasyonu el ele, gönül gönüle vererek özveriyle şiire, şaire ve ülkesine hizmet için çırpınan iki yüreğin; Zübeyde Gökbulut ve Uğur Gökbulut çiftinin gerçekleştirecekleri organizasyonun başarılı olacağından adım gibi emindim zaten.
Programın asıl kahramanı olan perde arkasındaki o değerli insandan söz etmeden geçmeyeceğim. Sağlık sorunlarına rağmen karısının sağ kolu, yüreği gibi çalışarak organizasyonun maddi manevi asıl yükünü taşıyan ama asla öne çıkmayan bir yürek insandı o…örnek bir Türk erkeği, hakiki kardeş, hakiki vatan evladı o… Uğur Gökbulut Öğretmenim gibi mümtaz bir şahsiyete sahip olduğu için Kırşehir insanı çok şanslı. Onları tanıdığım için ben de çok şanslıyım…Her ikisine nice sağlıklı ömür dilerken bu programa emeği geçen herkese en içten teşekkürlerimi ve dualarımı gönderiyorum. Daha niceleri nasip olsun diliyorum.
ZÜBEYDE GÖKBULUT
Bir yürek var ki onda, sanki coşkun bir nehir
Dosta örnek ver dense ilk aklıma o gelir
Bu kalemle yüreğin, tanınması gerekir
Onda farklı bir yön var, anlamalı Kırşehir
Yalnız çocuğa değil büyüğe de öğretmen
Gönlündeki meşale ışıldıyor gözünden
Vatan,millet Sakarya; dirliğe çağrı onda
Kefilim yüreğine, hilaf çıkmaz sözünden
Gönlünü alçalttıkça kemale değer eli
Engine yelken açmış gidiyor yâli yâli
Yalnız vatana değil insana da sevdalı
Kalemiyle yüreği coşkun şelale sanki
Güzel olan ne varsa, derlemektir amacı
“Bir yürek insan” diye, dileği deler arşı!
Güven,umut,güler yüz gerçek yüzünde saklı
Her şey gönlünce olsun, Gülhani- Gelin Bacı
Asuman Soydan Atasayar-İstanbul
İnsanı şair, toprağı şiir
Hayran kaldım sana Kırşehir…
6-7 Kasım 2010 tarihinde Ahiler ve Aşıklar Diyarı Kırşehir’imizde gerçekleştirilen Birinci Aşık Paşa Şiir Şölenine katılmış olmanın onur ve bahtiyarlığını yaşıyorum.
Organizasyonu gerçekleştiren sevgili arkadaşım Zübeyde Gökbulut’a verdiğim sözden sonra heyecanla bekliyordum bu günü…Sonbaharın son ayında olduğumuz için soğuklar baş göstermeye başlayınca “eyvah!” demiştim.”Hava muhalefetine uğrar da gönlümüzce şölenin tadını çıkaramazsak” diyerek havaların müsaadesini istemiştim kalben. Sabahın ilk ışıklarında buz gibi bir havada toprağının üzerine bembeyaz çiğ yağmış halde inmiştim Kırşehir’e…
Bir kısmını önceden tanıdığım ve bazısıyla da orada tanıştığım değerli dostların Grand Terme Hotel’deki kahvaltılarına eşlik ettikten sonra programımız başlamıştı. Kimler yoktu ki! Türkiye’nin dört bir yanından koşup gelen şiir ve edebiyat sevdalısı yüce yürekli insanların arasında olmak, her biri birer değerli şahsiyet olan katılımcılarla yakinen tanışmak güzel bir duyguydu benim için…
Öncelikle şunu belirtmek istiyorum; her gittiğimiz şehirde Anadolu insanından elbette güzel ilgiler alıyorduk ama Kırşehir İnsanı bizi hayran bıraktırdı kendine. Ne de olsa Aşık Paşa, Dadaloğlu, Muharrem Ertaş-Neşet Ertaş, Şemsi Yastıman ve bunun gibi nice aşıkları bağrından çıkarmış bir diyar olmanın doğal sonucuydu. “Bu şehrin geninde var şiir” demekten kendimi alamadım. Üst düzey yönetim kadrosundan, halkına; öğretmeninden öğrencisine kadar şiir yürekliydi Kırşehir. Valisi, Belediye Başkanı,Milletvekili,Emniyet Müdürü, Kültür Müdürü,Müze Müdürü, devletin il ve ilçe teşkilatının her kademesinde görev yapanların biraz şair biraz şiir dostu olduklarını görünce mutluluğumuz doruğa ulaşmıştı.
İlk günümüzde bize tahsis edilen otobüsümüzle önce Kaman’da bizi davullarla karşılayan Abdallar Derneği Başkanı Mümtaz Boyacıoğlu Hocamızın konuğu olduk. Abdallar hakkında bizi aydınlatan güzel bir konuşmasından sonra çalan davullara eşlik ederek oynayan arkadaşlarımızı izleyerek hoşça vakit geçirdik.
Ardından Kaman’da bulunan Japon Bahçesini gezdik.. Bahçe oldukça bakımlıydı. Sonbahar renklerinden oluşan ağaçlar, hepimizin ilgisini çekti. İlahi bir fırça ile boyanmış olan ağaçlarda doğanın en güzel renkleri olan sarı,kırmızı,yeşil ve kahverenginin tonları hakimdi..Kayalar arasından çağlayarak dökülen kar sularının oluşturduğu göletin etrafında zevkli bir tur atıp resimler çekildikten sonra bahçenin içinde yer alan Kalehöyük Arkeoloji Müzesini gezdik. Bu müzenin Japon Anadolu Arkeoloji Enstitüsü’nün çalışmaları sonucu oluştuğunu öğreniyoruz müze müdürü Adnan Güçlü Beyefendiden... Çıkarılan eski çanak çömlek gibi kalıntıların sergilerinden başka, müze içinde minyatür bir höyükle tanıştık . Bu maket höyükte geliştirilmiş olan mekanizma ile kronolojik sıraya göre tunç çağından günümüze kadar tarih dönemlerinin bıraktığı katmanlar hakkında bilgiler aldık.
Güzel bir gezintiden sonra Kaman Belediye Başkanlığınca verilen öğle yemeğinden sonra Kırşehir’imizde bir kültür gezisi yaptık. Aşık Paşa türbesi, Ahi Evran Camii, Cacabey Medresesi gibi tarihi yerleri gezerek pek değerli bilgiler kazandık. En başta Aşık Paşa’nın kim olduğu öğrendikçe utandım kendi adıma. Böyle bir değerimiz varmış da neden tanımadım, tanımadık? diye... Oysa dilimizi korumak için 1200-1300lü yıllarda yazdığı on iki bin beyitlik “Garipname” isimli eserin sahibi olan Aşık Paşa’yı her Türk’ün tanıması anlaması gerekirdi.
Hayranlıkla gezdiğimiz diğer bir eser de Cacabey Medresesi oldu. 1272 yılında Selçuklu Hükümdarı Kılıçarslan oğlu Keyhüsrev zamanında yapılan bu medrese, aynı zamanda dünyanın ilk gözlemeviymiş. Asıl dikkatimi çeken tarafı ise, medresenin dış köşelerine yerleştirilmiş köşe sütunlarıydı. Binanın üç dış köşesinde, duvara bitişik, alt tarafları değişik işlemeli füze maketleri vardı. Selçuklu Türkleri tarafından yapılan bu maket kuleler günümüzde kullanılan modern füzelerin uzaya fırlatılma anının görüntüsüne çok benziyordu. Herkesin görmesini dilerim.
Ekonomik ve sosyal hayatta toplum ve devlet ahlâkının gelişmesine katkısı büyük olan Ahilerin Piri Ahi Evran’ın Türbe ziyaretinden sonra otelimize dönüş, dinleniş ve ardından belediyenin sosyal tesislerinde valimizin otantik döşenmiş bir salonda verdiği yemeğin zevki bambaşkaydı. Valinin, milletvekilinin, emniyet müdürünün,kültür müdürünün şairlerle diz dize oturarak sımsıcak ortamda yenilen akşam yemeğinin ardından Kültür Merkezinde şiir gecemizi gerçekleştirdik.
Şiir gecesi deyip geçilmez. Bu gece çok özel bir geceydi bizim için. Protokolde yer alan Kırşehir Valisi Mehmet Ufuk Erden, Milletvekili Mikail Aslan, İl Emniyet Müdürü Osman Öztürk, İl Kültür Müdürü Fuat Dursun ve pek çok değerli şahsiyetlerin yanı sıra salonu hınca hınç dolduran Kırşehirli gençlerin coşkusu ve ilgisi unutulacak cinsten değildi. İstiklal Marşımızın okunmasıyla başlayan olağanüstü coşkulu yürek birlikteliği, program sonuna kadar kopmadan devam etti. Açılış konuşmasını yapan organizasyonu gerçekleştiren emekli öğretmen Zübeyde Hanım’ın anlamlı konuşması oldukça alkış aldı. Hele bir sunucumuz vardı ki; aynı zamanda halk müziği sanatçısı olan Abdullah Gündüz Bey; sempatik sunumuyla geceye damgasını vuranların başında geliyordu bence. Vali ve milletvekilimizin şiir okuyarak gerçekleştirdikleri anlamlı konuşmaların ardından birer tane kendi şiirlerini seslendiren şair arkadaşlarımızın biri birinden farksız, üstün nitelikte şiirlerini bütün salon nefesini tutarak izledi. Mustafa Firengiz Hocamızın o lâtif üslubuyla yaptığı konuşma ve “Çanakkale Destanı” gözlerden yaş getirtti. Vedat Fidanboy Hocamızın kendine has üslûbuyla “Dandini” şiiri tebessüm bıraktı yüzlerimizde. İlesam Başkanımız Mehmet Nuri Parmaksız Hocamızın gür ve net sesinden şiir dinlemek apayrı bir tattı. Hele de İlesam Kadın Kolları Başkanı İlter Yeşilay Hanım’ın “zeytinin tuzu gibi dudağımda kal biraz” demesi yok muydu o nazik ses tonuyla her şeye değerdi doğrusu. Hangi birini anlatayım. Dedim ya yoktu birbirinden farkı. Sıralamaya asla koyamayacağım değerde olan şairlerden; Ömer Celep, Emin Zeybek, Ahmet Eroğlu,Mustafa Ayvalı, Murat Duman, İsmet Bora Binatlı, Ali Baş, Duran Tamer, Şevki Dinçal, Hikmet Elitaş, Mustafa Turani, Pakize Altan, Ahmet Mahir Peşken, İsmail Adil Şahin, Seyit Kılıç, Sergül Vural, İbrahim Şaşma, Serdar Atabay inanılmaz bir performans sergileyerek ihya ettiler seyircileri. Benim de bayrağımıza hitap ettiğim”Anlatacak Söz Bulsam”isimli şiirimin öğrenciler tarafından beğenildiğini öğrendim ve çok mutlu oldum tabiî ki. Program arasında sazıyla katılan Neşet Ertaş’ın yeğeni olan ama ismin hatırlayamadığım mahalli sanatçıdan türküler dinledik. Program sonunda ise sunucumuz Abdullah Gündüz Bey’in o dehşet güzellikteki sesinden “Çökertmeden Çıktım da Halil’im” sesini duyan Mustafa Frengiz Hocamızın çökertme oynaması gecenin kalitesine kalite kattı. Aslen Kırşehirli olan Cemile Yücel’in harika sesinden “Gel Yanıma Gel Gel” diyen Neşet Ertaş türküsü dinledik. İnanılmaz güzellikte birer ses ve yorumdu ki, hem Abdullah Düzgün Bey’in hem de Cemile Yücel Hanımın ülke çapında tanınmamasına üzüldüm gerçekten. Bu sesleri tüm ülkemizin dinlemesini çok isterdim. Belki ilerde gerçekleşir bu dileğim.
Sahnede plâketlerin, katılım belgelerinin sahiplerini bulması ve hatıra fotoğrafları çekilmesiyle sona eren şiir gecesinin bir ayağı da tekrar gittiğimiz sosyal tesislerde devam etti. Gecenin ilerleyen saatlerinde yerli ozanların sundukları sazlı, sözlü, türkülü ve ikramlı bir aşıklar geçidi izledik.
Böyle bir gece yaşamanın zevkiyle otellerimize dönüp istirahatimize çekildikten sonra ertesi sabah, kahvaltıda buluştuğumuz dostlarımızla birlikte, toprağı konuşturan heykeltıraş Recep Dündar’ın kendine özgü eserlerini tanıtığı ofisine gittik. Her birimizin isimlerini üzerine yazarak bize armağan ettiği Kırşehir toprağından yapılmış mutluluk halkalarımız için teşekkür ettik. Kendisini uluslararası boyutta tanıtmayı başaran, her çalışmasının farklı bir hikayesi olan Recep Beyin anlatacak çok şeyi vardı ama Ankara yolcusu olan arkadaşların acele etmesiyle yarım kaldı sunumu. Benim aklım onun harika çalışmalarında kalmadı desem yalan olur.
Tarihi eser koleksiyonlarıyla evini müze ve bahçesini botanik bahçesi haline getirmiş olan araştırmacı- şair İbrahim Özdemir’in birikimlerini gezerken, Türkiye’nin en genç belediye başkanı özelliğine sahip olan Kırşehir Belediye Başkanı Yaşar Bahçeci Beyefendinin aramıza katılarak ayak üstü sohbetleri kayda değerdi.
Kültür Müdürü ve Müze Müdürünün refakatiyle Mucur’da yer altı şehrini gezip bilgiler aldık. Ardından eski bir milli futbolcu olan Necdet Özbay’ın villasında öğle yemeği yedik. Necdet Özbay’ın Amerikalı olan eşiyle birlikte bize evlerinin bahçesini gezdirdiler. Güneşin pırıl pırıl tepemizde parlaması bahçe zevkini artırmıştı. Ayak üstü bazı arkadaşların şiir ve şarkı sunumlarının ardından bir grup arkadaşımız vedalaşarak ayrıldılar bizden..
“Başlar ve biter böyle mutluluğun tarihi” demiştim bir şiirimde…aynen öyle mutlu geçen iki günün ardından ayrılık saatiyle de hem hal olduktan sonra Zübeyde ve Uğur Gökbulut dostlarımın sağ olsunlar misafirperver ısrarlarıyla bir gece daha kalmaya karar verdim. O güzel yürekli dostun “bari sen kal da hemen yalnız kalıp boşluğa düşmeyelim” demesi dost yüreğinin yansımasıydı. İki günün kritiğini yaparak geçirdiğimiz gecenin ardından Uğur Beyin isteğiyle programda olup da yetiştirilemeyen Kırşehir Kale’sini gezme şansım oldu.
Onlardan ayrılıp İstanbul yoluna revan olunca uzun uzun düşündüm. Ne efsunlu şeysin ey şiir dedim kendi kendime. Böyle yüreklerle iç içe olmamızı sağlayan bize bu fırsatı veren şiir değimliydi? Hangi para gücüyle satın alınabilir ki böyle bir mutluluk.?
Organizasyonu el ele, gönül gönüle vererek özveriyle şiire, şaire ve ülkesine hizmet için çırpınan iki yüreğin; Zübeyde Gökbulut ve Uğur Gökbulut çiftinin gerçekleştirecekleri organizasyonun başarılı olacağından adım gibi emindim zaten.
Programın asıl kahramanı olan perde arkasındaki o değerli insandan söz etmeden geçmeyeceğim. Sağlık sorunlarına rağmen karısının sağ kolu, yüreği gibi çalışarak organizasyonun maddi manevi asıl yükünü taşıyan ama asla öne çıkmayan bir yürek insandı o…örnek bir Türk erkeği, hakiki kardeş, hakiki vatan evladı o… Uğur Gökbulut Öğretmenim gibi mümtaz bir şahsiyete sahip olduğu için Kırşehir insanı çok şanslı. Onları tanıdığım için ben de çok şanslıyım…Her ikisine nice sağlıklı ömür dilerken bu programa emeği geçen herkese en içten teşekkürlerimi ve dualarımı gönderiyorum. Daha niceleri nasip olsun diliyorum.
ZÜBEYDE GÖKBULUT
Bir yürek var ki onda, sanki coşkun bir nehir
Dosta örnek ver dense ilk aklıma o gelir
Bu kalemle yüreğin, tanınması gerekir
Onda farklı bir yön var, anlamalı Kırşehir
Yalnız çocuğa değil büyüğe de öğretmen
Gönlündeki meşale ışıldıyor gözünden
Vatan,millet Sakarya; dirliğe çağrı onda
Kefilim yüreğine, hilaf çıkmaz sözünden
Gönlünü alçalttıkça kemale değer eli
Engine yelken açmış gidiyor yâli yâli
Yalnız vatana değil insana da sevdalı
Kalemiyle yüreği coşkun şelale sanki
Güzel olan ne varsa, derlemektir amacı
“Bir yürek insan” diye, dileği deler arşı!
Güven,umut,güler yüz gerçek yüzünde saklı
Her şey gönlünce olsun, Gülhani- Gelin Bacı
Asuman Soydan Atasayar-İstanbul
YAĞMUR VE GÖZLERİMDEKİ NEMLER
Sabah uyandığımda cama vuran yağmur damlalarının tınısı, hüzünlü bir bestenin notası gibi titretir yüreğimi her nedense?
Hava karanlıktır zaten… Sabah hayli ilerlemiş olsa da güneş ışıklarının bulut arkasına saklanmasıyla sabah olduğunu fark edemeyiz bile saatler olmasa. Bazen 'saat mı durmuş? 'diye çalışıp çalışmadığına bakarız. Başka bir şahit saat ararız inanmak için. Halbuki sabah gelmiş de geçiyor bile…
İçimi bir hoş eder, ah! yağmurlu geceler
Gözyaşına müptelâ, vurgun yemiş heceler
Şarkı, türkü çağırıp, dilimdeyken besteler
Heveslenir akmaya, gözlerimdeki nemler...
'Bulutlu havalardan sıkılırım hiç sevmem.' diyenlerin aksine benim içimde ise hüzünlü bir umut şarkısı yükselir ılgıt ılgıt. Hüznün içinde garip bir sürur duyarım. Gözü yaşlı tebessüm gibi.
Tohumundan çatlayıp çıkmaya çalışan koskoca bir ağacın oluşum hamleleri gibidir o kapkaranlık yağmurlu havalar. Kabul olmuş hangi duanın ayak sesidir kim bilir?
Penceremde vuruşan tıpır tıpır o sesler
Udun telinde hasret; hüzzam besteli hisler
Dünüm koynunda saklı vuslatı çalan sisler
Heveslidir akmaya, gözlerimdeki nemler
Pencereden birisini bekler gibi damlaları takibe dalarım kendimden geçip. Bulut kümelerinden şekiller çıkartırken dışarıdan duyulan ritimli vuruşların sesiyle bilemediğim bir yerlere uçarım adeta her sabah yağmurunda… Ve kendi kendime konuşup şarkı söylerken, yüreğime damlayan duyguların oluşturduğu uyumlu sözcüklerden oluşan söz öbeklerini hazine avcısı gibi yakalayıp bir kâğıt üzerine kaydedince rahatlarım. Hüznümün gıdası olan o rahmet damlaları, iyi bir yöneticidirler. Çünkü; dağarcığımdaki kelimeleri ahenkli bir hizaya sokarak dans ettirmeyi beceriyorlar.
Yağmurlara karışır ağladığım cümleler
Gözyaşıyla yarışır şu uçuşan perdeler
Beni benden almaya damla damla taneler
Sevdalıdır akmaya gözlerimdeki nemler
Hani hepimizin zulasında mutlaka mücevher gibi sakladığımız duygularımız, hasretlerimiz, düşüncelerimiz vardır kimsenin bilmediği. Kendimizin bile unuttuğu. İşte onlar, yağmurlu günleri fırsat bilerek su kabarcıklarının yeryüzüne çıkışı gibi ruhumdan bedenime doğru çıkarak yüzümün mimiklerini değiştiriyorlar sanki. Her damlanın cama vuruşu saklı duran gizli hazineyi kabuğundan çatlatıyor ve bazen gözyaşı bazen şiir, bazen tuvale yansıyan resim olarak iz bırakıyorlar dış dünyamda.
Yağmurlu havalarda içime doluşan hislerimle barışık yaşamak istedim hep. Hüzünlenmeyi sevdim, içlenmeyi sevdim. Onları sevmek ve karanlığına katlanmayı zevke dönüştürmek istedim. Çünkü biliyorum ki, kara bulutların arkasında göz kamaştıran ışıklar beklemededir; bilirim ve inanırım yürekten…
Her dibe vuruşun mutlaka yüzeye çıkışı da olacaktır. Tersi olmayan hiçbir şeyin düzü de olamaz zaten.
Karanlığı yakıyor, her damlada şuleler
Ay bulutta saklı, gizleniyor haleler
Göklerde mi bende mi, çağlayan şelaleler?
Sevdalıdır yağmaya gözlerimde ki nemler
Sevdiği bir gıdadır hüznümü yağmur besler
Kucağında uyutur ninni söyler o sesler
Alıp götürür beni kaf dağından nefesler
Meyillidir yağmaya gözlerimdeki nemler…
GÖZLERİMDEKİ NEMLER- ASUMAN SOYDAN ATASAYAR
Sabah uyandığımda cama vuran yağmur damlalarının tınısı, hüzünlü bir bestenin notası gibi titretir yüreğimi her nedense?
Hava karanlıktır zaten… Sabah hayli ilerlemiş olsa da güneş ışıklarının bulut arkasına saklanmasıyla sabah olduğunu fark edemeyiz bile saatler olmasa. Bazen 'saat mı durmuş? 'diye çalışıp çalışmadığına bakarız. Başka bir şahit saat ararız inanmak için. Halbuki sabah gelmiş de geçiyor bile…
İçimi bir hoş eder, ah! yağmurlu geceler
Gözyaşına müptelâ, vurgun yemiş heceler
Şarkı, türkü çağırıp, dilimdeyken besteler
Heveslenir akmaya, gözlerimdeki nemler...
'Bulutlu havalardan sıkılırım hiç sevmem.' diyenlerin aksine benim içimde ise hüzünlü bir umut şarkısı yükselir ılgıt ılgıt. Hüznün içinde garip bir sürur duyarım. Gözü yaşlı tebessüm gibi.
Tohumundan çatlayıp çıkmaya çalışan koskoca bir ağacın oluşum hamleleri gibidir o kapkaranlık yağmurlu havalar. Kabul olmuş hangi duanın ayak sesidir kim bilir?
Penceremde vuruşan tıpır tıpır o sesler
Udun telinde hasret; hüzzam besteli hisler
Dünüm koynunda saklı vuslatı çalan sisler
Heveslidir akmaya, gözlerimdeki nemler
Pencereden birisini bekler gibi damlaları takibe dalarım kendimden geçip. Bulut kümelerinden şekiller çıkartırken dışarıdan duyulan ritimli vuruşların sesiyle bilemediğim bir yerlere uçarım adeta her sabah yağmurunda… Ve kendi kendime konuşup şarkı söylerken, yüreğime damlayan duyguların oluşturduğu uyumlu sözcüklerden oluşan söz öbeklerini hazine avcısı gibi yakalayıp bir kâğıt üzerine kaydedince rahatlarım. Hüznümün gıdası olan o rahmet damlaları, iyi bir yöneticidirler. Çünkü; dağarcığımdaki kelimeleri ahenkli bir hizaya sokarak dans ettirmeyi beceriyorlar.
Yağmurlara karışır ağladığım cümleler
Gözyaşıyla yarışır şu uçuşan perdeler
Beni benden almaya damla damla taneler
Sevdalıdır akmaya gözlerimdeki nemler
Hani hepimizin zulasında mutlaka mücevher gibi sakladığımız duygularımız, hasretlerimiz, düşüncelerimiz vardır kimsenin bilmediği. Kendimizin bile unuttuğu. İşte onlar, yağmurlu günleri fırsat bilerek su kabarcıklarının yeryüzüne çıkışı gibi ruhumdan bedenime doğru çıkarak yüzümün mimiklerini değiştiriyorlar sanki. Her damlanın cama vuruşu saklı duran gizli hazineyi kabuğundan çatlatıyor ve bazen gözyaşı bazen şiir, bazen tuvale yansıyan resim olarak iz bırakıyorlar dış dünyamda.
Yağmurlu havalarda içime doluşan hislerimle barışık yaşamak istedim hep. Hüzünlenmeyi sevdim, içlenmeyi sevdim. Onları sevmek ve karanlığına katlanmayı zevke dönüştürmek istedim. Çünkü biliyorum ki, kara bulutların arkasında göz kamaştıran ışıklar beklemededir; bilirim ve inanırım yürekten…
Her dibe vuruşun mutlaka yüzeye çıkışı da olacaktır. Tersi olmayan hiçbir şeyin düzü de olamaz zaten.
Karanlığı yakıyor, her damlada şuleler
Ay bulutta saklı, gizleniyor haleler
Göklerde mi bende mi, çağlayan şelaleler?
Sevdalıdır yağmaya gözlerimde ki nemler
Sevdiği bir gıdadır hüznümü yağmur besler
Kucağında uyutur ninni söyler o sesler
Alıp götürür beni kaf dağından nefesler
Meyillidir yağmaya gözlerimdeki nemler…
GÖZLERİMDEKİ NEMLER- ASUMAN SOYDAN ATASAYAR
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)